Halkların Demokratik Kongresi, “Göç, Mültecilik ve Ayrımcılık” başlığını taşıyan bir sempozyum düzenledi. Şişli Kenter Tiyatrosu’nda düzenlenen etkinliğin ilk gününde HDK Eşsözcüleri Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Sedat Şenoğlu, Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay ve EMEP Genel Başkan Yardımcısı Levent Tüzel’in yanı sıra bazı siyasi parti ve sivil toplum örgütü temsilcileri katıldı. Sempozyumun düzenlendiği salona Kürtçe, Türkçe ve Arapça dillerinde “Dünya hepimizin evi, mültecilik bir tercih değildir” pankartı asıldı.
Sempozyumun açılış konuşmalarını HDK Eşsözcüleri Sedat Şenoğlu ve Gülistan Kılıç Koçyiğit yaptı.
Konuşmasında göç politikaları açısından Türkiye’nin tam bir cehennem olduğunu dile getiren Sedat Şenoğlu, örnek olarak Ermeni Tehciri’ni gösterdi. Şenoğlu, “Ermeni Tehciri ile milyonlarca insan göç ettirildi. Mübadele döneminde ise on binlerce Rum Yunanistan’a, yine Yunanistan’da bulunan on binlerce Türk ise Türkiye’ye göç ettirildi. 1990’lı yıllarda ise Kürtler yerinden yurdundan edildi ve binlerce Kürt göç ettirildi. Bu göçün Türkiye’de ağır sonuçları oldu. Dünya ve Türkiye’de mültecilik, yabancı düşmanlığı faşizmin birinci derece kaynaklarından biri. Göçün yok olması savaşsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünya ile olacak” diye konuştu.
Gülistan Kılıç Koçyiğit ise, Ortadoğu coğrafyasının yüzyıl önce cetvelle çizilerek parçalandığını, bu parçalanmışlığın hala devam ettiğini ifade etti.
2011 yılında Ortadoğu’da başlayan ayaklanmalarla çizilen yüz yıllık sınırların iflas ettiğini sözlerine ekleyen Koçyiğit, bu ayaklanmaların devrim boyutunda olduğunu ancak emperyalist devletlerin bu devrimleri boğmayı başardığını belirtti. Ayaklanmalardan sonra on binlerce kişinin göç ettiğini hatırlatan Koçyiğit, “Bu savaşın en uzunu Suriye’de oldu. Suriye’de yaşanan iç savaşta 1 milyondan fazla insan öldü, 6 milyon insan ise göç etmek zorunda kaldı. Bu göçlerin ciddi bir kısmı Türkiye’ye gelmek zorunda kaldı. AKP iktidarı ise bu durumu hem Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanıyor hem de Suriye’ye müdahale aracı olarak kullanıyor” dedi.
Açılış konuşmasının ardından, sempozyumun ilk oturumunda yazar Mukaddes Erdoğdu Çelik moderasyonunda “Kapitalizm, ulus-devlet ve göç” tartışıldı.
Bu oturumda yer alan konuşmacılardan yazar Kenan Kalyon, kapitalist çağda göçün birçok türü olduğunu ifade etti. Kalyon, “Sistem, mülksüzleştirme üzerine kuruludur. Bu ister istemez nüfusun önemli bir bölümünü topraklarından yurtlarından söküp atmayı gerektirir. İngiltere bunun en önemli örneğidir. Köylülerin topraklarından komünal hayatlarından koparılarak kentlere sürüldü. Topraklarından koparılan insanlar ücretli emek konumunu kolayca kabul etmediler. Kanıksadığımız için iş arıyoruz ama bu İngiltere’de ‘serseriliğe’ karşı yasalar şeklinde disipline edildi. İdam sehpaları eşliğinde disipline edildi. Bu, devam eden bir süreçtir. Şimdi içinde bulunduğumuz tarihsel kesimde göç yeniden şiddetlenmişse, yeryüzü son elli yılda yeni tipte proleterleşme dalgasına tanık olduğu için bu denli yoğun bir göç olayıyla yüz yüzeyiz. Kaçınılmaz son olarak kapitalist çağ nüfus yoğunluğun radikal şekilde değiştirmiştir” diye konuştu.
Agos Gazetesi yazarı Pakrat Estukyan ise Osmanlı ve Türkiye’de Göç Tarihi başlıklı sunumunda Osmanlı ve Türkiye’nin birbirine olan “benzerlikleri” üzerinde durdu.
Estukyan, “cumhuriyet ideolojik olarak imparatorluğu, hilafeti reddeden, yeni bir ufuk öngören rejim olarak aktarılsa da bunun resmi bir söylem olduğunu” dile getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ermenilere dair geçmişte sarf ettiği ‘göçebe halk’ söylemini hatırlatan Estukyan, Ermenilerin sürekli işgaller ve savaşlarla ülkelerini terk etmek zorunda kalan bir halk olduğunu vurguladı. Estukyan, dünyanın neresinde olursa olsun tüm Ermenilerin en büyük dileğinin atalarının toprağına gömülmek olduğunu ifade etti.
Yazar Namık Kemal Dinç ise, “Osmanlı Ve Türkiye’de Devletin Nüfus Ve İskan Politikaları” başlıklı bir sunum yaptı. Dinç, imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin ortaya çıktığı dönemdeki iskan politikalarının imparatorluk dönemlerinden farkı üzerinde durdu.
"İmparatorluklar çokuluslu yapılardır, etnik ve inanç bakımından çok sorun haline getirilmediği, kimliğin üzerine gidilmediği, hiyerarşik kurallara uyulursa sorun yok" diyen Dinç, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren imparatorlukların çökmeye başladığını hatırlattı.
Modern ulus devlet döneminden itibaren başka bir iskan politikasıyla karşı karşıya olduğunu belirten Dinç, "Bazı akademisyenler 'yeni iskan' diyorlar. Paradigma değişikliği var. Farklılıkların bir arada yaşaması tercih edilmiyor. Ulusal vatan, ulusal toprak olarak ifade ettikleri bir şey var. Ulusun ve mekanın üretilmesi dediğimiz durumla karşı karşıyayız" diye konuştu. Yeniden İskan'ın, "kontrol edilemez olduğuna inanılanların hakim olunan bir bölgeden uzaklaştırılması onun yerine kontrol edilebilen bir ulusun tercih edilmesi olarak" akademisyenler tarafından tanımlandığını aktaran Dinç, "Kurulan ulus devletlerinin hepsinin yaptığı şeydir, mübadele anlaşması. Ama sorun sadece Osmanlı ile Yunanistan, Bulgaristan arasında değildir. Bu süreci 19. yüzyıl başına kadar götürebiliyoruz. Osmanlı-Rus savaşları 19. yüzyıla kadar devam eder, Rusların koşulları şudur: 'Siz bize Ermenileri verin biz size Müslümanları” diye konuştu.
Dinç, modern devletlerin Yeniden İskan'la iki amacı olduğunu belirtti: "Birincisi, çerçevesini çizdikleri ulusal, kültürel, siyasi kimlik içine giren bir nüfus. İkincisi, insan yapısıyla birlikte mekânı değiştirerek yeni bir mekan, yeni bir vatan algısı oluşturmak. Biz buna 'mekanın üretimi' diyoruz. İstenmeyen bütün farklılıklar seyreltilecek, azaltılacak bunun için gerekirse etnik temizlik, katliam, tehcir her şey uygulanacak" diyen Dinç, "Cumhuriyet bunun üzerine kurulmuştu. 1916'da pek bilinmez, bir Kürt tehciri vardır. Rus işgaliyle birlikte 1 milyona yakın Kürt, Elazığ-Diyarbakır hattına kaçarak geliyorlar. Bir talimatname var, 'Türkleri geride bırakın, göç edeceklerse geri dönsünler ama Kürtler Batı'ya göçertilecek, nüfus dağıtılacak, ileri gelenler gözetim altında tutulacak, zaman içinde kültürlerinden uzaklaştırılması sağlanacak'. Mülteci Talimatnamesi diye geçiyor ismi ama Kürtleri anlatıyor" dedi.
Sempozyumun “Göç ve Hukuk” oturumunun moderatörlüğünü Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Eşbaşkanı Ayşe Acinikli yaptı. Oturumda “Türkiye’de vatandaşlık hukuk ve göçmenlik” ile “Göçmen ve mültecilerin adalete erişimi” başlıklı konular ele alınırken, oturuma ÖHD üyesi Avukat Rengin Ergül ve Avukat Abdulhalim Yılmaz konuşmacı olarak katıldı.
Göçmen, sığınmacı ve mülteci kavramları hakkında bilgi veren ÖHD üyesi Avukat Rengin Ergül, mülteciliğin bir statü olduğunu belirterek, “Türkiye’de iki tip sığınma sistemi var: Biri uluslararası bireysel koruma, ikincisi ise kitlesel akımlara karşı geçici koruma sistemi” dedi.
Mülteciliğin bir statü olduğunu belirten Ergül, sığınmacının iltica başvurusu yaptığını ifade etti. Ergül, "Türkiye'de iki tip sığınma sistemi var, biri uluslararası koruma bireysel, ikincisi ise kitlesel akımlara karşı geçici koruma sistemi" dedi. Ergül, mülteciliğin kalıcı bir statü olduğunu ancak şartlı mülteciliğin 3. bir ülkeye yerleştirilmek üzere başvurularının alındığını kaydetti.
"Göçmen ve mültecilerin adalete erişimi" başlıklı sunumununda Avukat Abdülhalim Yılmaz, mültecilere yönelik hak ihlallerini aktardı. Adalete erişimin OHAL sonrası dikkate alındığında vatandaşlar dahi çok ciddi sıkıntılar yaşarken, ciddi anlamda dezavantajlı olarak görülen mülteci ve göçmenlerin daha çok zorlukla karşılaştığını kaydetti.
"Sonuçta bu insanlar daha çok hak ihlallerine maruz kalıyor, şikayet edemiyor, seslerini duyuramıyor, o şikayeti devam ettiremiyor" diyen Yılmaz, sığınmacılar sınır dışı edildikten sonra tekrar Türkiye'ye geri dönmesinin mümkün olmadığını vurguladı. Bu anlamda çok ağır hak ihlallerine maruz kalan mültecilerin haklarını arayamadıklarını söyleyen Yılmaz, "Olağanlaşan OHAL'den dolayı vatandaşlar ağır hak ihlaline maruz kalmışken, mültecileri düşünmenizi istiyorum" ifadesini kullandı. Yılmaz, bir ülkede zulüm gördüğü için başka bir ülkeye geçmek zorunda kalan kişinin "mülteci" olduğunu vurguladı.
Sempozyumun ilk gününün son oturumunda ise, “Göç ve Ayrımcılık” konuları tartışıldı. Oturumun moderatörlüğünü Halkların Demokratik Partisi Meclis Üyesi (HDP) Ayşe Berktay yaptı. “Göçmenler, Ayrımcılık ve Ötekinin İnşası” ve “Medyada Mültecilere Yönelik Nefret Söylemi ve Ayrımcılık” başlıklarıyla barış imzacısı akademisyen Ülkü Güney ve Dilan Taşdemir konuşmacı olarak katıldı.
Barış imzacılarından Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim üyelerinden Ülkü Güney, “ayrımcılık, ırkçılık, öteki, ötekileştirme” kavramları hakkında bilgi verdi. Irkçılığın hiçbir zaman iktidardan bağımsız düşünülemeyeceğinin altını çizen Ülkü Güney, “Irkçılık patolojik değildir. Dolayısıyla daha çok günlük pratiklerle ve söylemlerle kökleşmiş kültürel temsil biçimidir. Öteki kavramı ise egemen grubun ortaya koyduğu iz ve onların farklılığı üzerinden olur. Ötekini tanımlama, egemen olanın aynı zamanda kendini tanımlama aracıdır. İkili karşılaşmada biz yani Türkler ve beyazlar yükseltilirken, onlar yani Suriyeli, Arap, Siyahiler ötekileştiriliyor. Egemen olan ötekileştirme vasıtasıyla kendi iktidarını yeniden üretir” diye konuştu.
İkili karşılaşmada "biz" yani "Türkler, beyazlar, siyahiler" yükseltilirken, "onlar" yani "Suriyeli, Arap, Siyahi" vs.'lerin ötekileştirildiğini kaydeden Güney, "Egemen olan ötekileştirme vasıtasıyla kendi iktidarını yeniden üretir" ifadesini kullandı.
Mültecilerin kaynaklardan yararlanma konusunda ciddi ayrımlarla karşılaştıklarını söyleyen Güney, kaynakların kullanılmasını istemeyen kişilerin birçok şeyi yanlış bildiğini dile getirdi. "Görüştüğümüz kişiler sağlık hizmetinden yararlansın, çocuklar eğitim alsın ama para yardımı almasınlar. Arapçanın kamusal alanda kullanılması görüşülenlerin çoğu tarafından rahatsız edici bulunmadı" diye konuştu. Güney, Suriyelilerin Türkiye'den gönderilmesi konusunda yapılan çalışmada, pek çok kişinin mültecilerin gitmesini milliyetçilik ve eril zihniyet üzerinden olduğun kaydetti. "Savaş çok kötü ama bizim erkeklerimiz savaşırdı, kaçmazdı", "Vatanı için savaşsın", "Bayrağı için, milliyeti için savaşsın" cevaplarını da örnek olarak veren Güney, şöyle devam etti: "Görüşmecilerin çoğunluğu kendi ülkelerine sadakatsiz olarak algıladıkları mülteciler Türk vatandaşı olursa, Türkiye'ye de sadakatsiz olacaklarını savundu ve bu 'hainlere' vatandaşlık verilmemesini istedi." Güney ayrıca görüşmecilerin asimilasyonu savunduğunu da vurguladı.
Ardından söz alan Medya ve Mülteci Hakları Derneği Genel Koordinatörü Dilan Taşdemir, toplumda ötekinin inşa edildiği noktada medyada da ötekinin doğduğunu dile getirdi. Taşdemir, Türkiye’de medyada mültecilere yönelik nefret söylemlerine ilişkin yazılı ve dijital medyada çıkan haberlerden örnekler vererek şöyle konuştu: “Medya kuruluşları para kazanmak için var. Patronlar ne istiyorsa halka onu sunuyorlar. Türkiye’nin en iyi bildiği şey, bir arada yaşamamak. Ermenilerle, Kürtlerle, Rumlarla bir arada yaşayamadık. Bu sadece Suriyelilerle ilgili değil. Herkesin iliklerine işlemiş. Sadece ideolojik olarak milliyetçiliğe yaslamış kişilerde değil, bizim aramızda da var. Kendinden olmayanla bir arada olmak istemeyenler var.”
Sempozyumun ikinci gününün ilk oturumu olan “Göç ve Emek” başlığında Evrensel Haber Müdürü ve yazarı Ercüment Akdeniz, Suriye Savaşı'ndan kaçıp Türkiye'ye sığınan Suriyelilerin karşılaştıkları emek sömürüsüne dikkat çekti. Mültecilerin ucuz iş gücü olarak görüldüklerine ve çalışma koşullarına değinen Akdeniz, “DİSK'in verilerine göre iki milyon olan çocuk işçiliği bu göçle birlikte 2 milyon 500 bine ulaştı. Böylelikle Türkiye'de çocuk işçiliğinin profili değişti ve çalışan çocuk yaşları düştü. Öyle ki çocuklar sayacılık yapmak için altı yaşında atölyelere girip sekiz yaşına kadar ancak o kokuya alışmaya çalışıyorlar. Çalışma saatleri de önceden yedi saatken şimdi on, on bir saate yükseldi" dedi.
Maden kazasıyla kamuoyunun dikkatini çeken dayı başı sistemine benzer bir sistemin Suriyeli çocuk işçilerinde de görüldüğünü ifade eden Akdeniz, "Aşiret bileşenleri toplu olarak emek gücünü pazara sunuyor. Bir yetişkin, on çocukla emek gücünü pazarlıyor" diye konuştu.
Göçmenlerin sadece sağlıksız koşullarda çalışmadığını aynı zamanda sağlıksız koşullarda yaşadığını da vurgulayan Akdeniz, "Gazetemize de yansıyan bir haberde, yedi katlı bir apartmanda çıkan yangında görüldü ki toplamda otuz beş kişinin yaşayabileceği ortamda beş yüz göçmen yaşıyordu" dedi.
Göçmenlerin sosyoekonomik durumlarının Pakistan ve Bangladeş ile kıyaslanabileceğini belirten Akdeniz, "Avrupa Birliği'nin Bangladeş'i oldu Türkiye" diye konuştu.
Suriyeli göçmenlere yönelik saldırılara dikkat çeken Akdeniz, "Göçmenler herkesin ortak ötekileştirdiği merkez nefret unsuru olarak görülüyorlar" dedi.
Gaziantep Üniversitesi'nin Suriyeliler raporuna göre Suriyelilerin yüzde 57'sinin başka bir ülkede yaşamak istediğini hatırlatan Ercüment Akdeniz, "Sadece çok küçük bir bölümü geri dönmek istiyor" dedi.
İzmir'de Türkiyeli ve Suriyeli sayacıların birlikte mücadele ederek kazanım sağladıklarını aktaran Akdeniz, "Suriyeli işçi istemiyoruz diye yapılan eylemlerin yerini, sayada olduğu gibi ortak hak temelli eylemler almaya başladı. Sayacı eylemlerinde iki dille bildiriler dağıtıldı. Birlikte komiteler kuruldu. Bu sayede kazandılar" dedi.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) tespitlerine göre istikrarlı bir ölüm artışının yaşandığına dikkat çeken Akdeniz, "İş cinayetleri içinde mülteci ölümleri de istikrarlı bir şekilde artıyor. Türkiyeli ve mülteci işçiler tezgahta kardeş oldukları gibi, sınıf kardeşi oldukları gibi kan kardeşi de oluyorlar" diye konuştu.
Halkevleri Genel Yönetim Kurulu üyesi Ferda Koç ise, 2000'li yıllara kadar tarımla uğraşan Kürt kır nüfusunun son yirmi yılda kentlere göç ettirildiğine dikkat çekti ve "Ekonomik araçlar ve politik zor, bu iki araçla Kürtlerin mülksüzleştirilmesi ve proleterleştirilmesi sağlanmış oldu" dedi.
Egemenlerin Kürt işçiler ile Türk işçileri karşı karşıya getirdiğini de hatırlatan Koç, "Aynı süreç Suriyeliler üzerinden tekrar gerçekleştiriliyor. Bizler de sınıf mücadelesini geliştirecek şekilde geçmişte yaptığımız hatalarla yüzleşerek geçmişte Türk ve Kürt işçilerin karşı karşıya getirilirken yapamadıklarımızı yapmalıyız" dedi.
Ardından söz alan Sendika.org yazarı Ferda Koç, “Kürt göçü ve Türkiye’nin büyük proleterleşme süreci” başlıklı sunum yaptı. 1890 yılında dünyada işçi nüfusunun 110 bin civarında olduğunu sözlerine ekleyen Koç, “1890 yılında teknoloji bu kadar gelişkin değildi. Ya da endüstriyel bir teknolojiden bahsedemeyiz. Kapitalizm değer kitlesini büyüterek hem değer hem de artık değer üretimini büyüttü ve dünya tarihinin en büyük proleterleşme süreci bu dönem yaşanıyor” diye konuştu. 1900 yılından 1980 yılına kadar dünyada işçi nüfusu 2 milyarı bulduğunu sözlerine ekleyen Koç, 2015 yılına gelindiğinde ise bu sayı üç buçuk milyarı bulduğunu ifade etti.
1980’li yıllarda devletin değişik organizasyonlarla işçiliği teşvik ettiğini ifade eden Koç, Kürt bölgelerinden gelen göçlerden kaynaklı Kürt işçilerin ucuz işgücü olarak uzun yıllar kullanıldığını ifade etti. Bu dönemde işçilerin var olan haklarında ciddi erimelerin olduğunu ifade eden Koç, “Yeni bir işçi gurubu eski işçi kitlesinin içine katıldığında patronlar eski işçi gurubuna istediğini yaptıramıyor. Ancak yeni gelen işçi kitlesine katılan istediği koşulları dayata biliyor ve muazzam derecede ucuz iş gücü olmuş oluyor. Eğer sınıf gücünü seferber edip bir genel hareketinin içine girip bir mücadele zemini yaratırsa bu durumun önüne geçilebilir” diye konuştu.
"Göçmenlikte kadınlar ve çocuklar" başlıklı oturumun moderatörü ise, HDP Mülteci Komisyonu Sözcüsü Gülsüm Ağaoğlu oldu. Nur Elçik "Suriyeli mülteci kadınların Türkiye'deki mültecilik deneyimleri", Yeter Tan "Zorla yerinden edilen kadınlar", İkram Doğan ise "Mültecilikte çocuk olmak" konulu sunum yaptı.
Suriyeli mülteci kadınların Türkiye'deki mültecilik deneyimlerini aktarmak üzere Nur Elçik ilk sunumu yaptı. Suriyeli kadınların "din kardeşi" olarak görüldüklerinde görece daha rahat hissettiklerini söylediklerini aktaran Elçik, "Bir diğer önemli konu ise kadınların kültürle sembol gösterilmesi. Bu da dini taşıyan Suriyeli kadın imajını en doğru şekilde taşımak zorunda kalıyorlar" dedi. Suriyeli ve Türkiyelilerin bir araya getirilerek sosyal uyum sağlanmaya çalışıldığına dikkat çeken Elçik, ancak iki grubu eşit donanımda bir araya getirilmediğinde birbirlerine karşı haklarını savunamayacaklarını, bir tarafın alttan almak zorunda kaldığını aktardı.
2015-2016 yıllarında Suriyelilerin Türkiye içinde hareketliliğinin kısıtlandığını söyleyen Elçik, "Bulundukları bölgelerde muhtarlıkların gücü daha da arttı. İkincisi de başka bir yerde çalışmaya gidemediği işveren tarafından da öğrenildiği için 'madem mecburlar' diyerek ücretleri düşürüldü. En önemlileri ise Suriyelilerin yoğun olduğu bölgelerdeki valilikler kayıt almayı durdurdu. Hatay, Antep, İstanbul gibi bölgeler, devlet bunu deklare etmiyor. Yeni gelenler kayıt olmuyor. Ne demek, biri kayıtsız insan sayısı artıyor, bu insanlar sağlık ve eğitim hizmetinden yararlanamıyor. Mültecilik Sözleşmesi'de önemli Türkiye-Suriye arası sınırlar nerede kapatıldı, kayıtsız Suriyelilerin sayısı arttı. Biz kendi aramızda mültecilerin pazarlık konusu olduğunu biliyorduk ama o sözleşmede ayyuka çıktı. Son önemli nokta vatandaşlığa geçirme meselesi. Süleyman Soylu'nun deklare ettiğine göre -biz çok araştırdık ama bu belgeye erişemedik- 76 bin kişiye vatandaşlık verilmiş. Vatandaşlık için başvurursunuz ancak öyle olmadı devlet vatandaşlığa layık gördüklerini aradı. İki önemli sonucu oldu birincisi Suriyeliler arası statü farkı oluştu, ikincisi Suriyelilerin bir kısmı vatandaşlık almak istemiyordu geçici statünün faydalarından yararlanmak istiyordu" diye konuştu.
İstanbul Valiliği'nin kentteki kayıtlı Suriyelileri, Suriyelilerin olmadığı bölgelere yollayarak yalnızlaştırmaya çalıştığına dikkat çeken Elçik, "Çirkin mirkin bir maliyet ve kişi hesabı yapıyor. Sakarya'daki kişiler haksızlığa uğradıklarında nereye başvuracaklar ne bilecekler. İnsani yardım örgütlerine başvursa nasıl mobilizasyon sağlanacak. İstanbul'da kalmak için şirketi olması lazım Suriyelilerin. Şirket varsa kalabiliyorsun. Halihazırda İstanbul'da çalışanların çoğu kayıtsız işçi. İşverenler korktukları için diyor ki, 'git çalışma izni al, alamıyorsan ben seni çıkarıcam' diyor. Yeni izin de alınamıyor. Çalışma Bakanlığı sisteminde görünüyor, insanlar kalmak için şirket açmak zorunda" ifadesini kullandı.
Göç İzleme Derneği'nden Yeter Tan "Zorla yerinden edilen kadınlar" başlığını sinevizyon gösterimiyle aktardı. 2015-2016 yılları arısında 500 bin kişinin yerinden edildiğin ve dolaylı 1 milyon kişinin etkilendiğini kaydeden Tan, "Savaşın yıkıcı etkilerini yerinden yaşayan kadınlardır. Savaş sırasında ve sonrasında artan yoksulluk, ev içi şiddet, cinsel saldırı gibi sorunlar ve biryandan artan militarist söylem ile perdelenmektir" dedi.
"Kadına karşı saldırı ve cinsel şiddet aslında bir savaş aracı olarak da kullanmakta" diyen Tan, savaş döneminde kadınlara karşı yapılan her türden saldırının kadının etnik kimliğiyle de doğrudan etkili olduğunu vurguladı. İnsanlık dışı ve aşağılayıcı muamelenin oldukça yüksek olduğunu söyleyen Tan, kadınların yas sürecini yaşayamadıklarını, ölülerini gelenek ve göreneklere görememeyi çok yaşadığını belirtti. Aile içi şiddetin ortaya çıkması ya da ortaya çıkmasının çatışma süreciyle orantılı olduğunu dile getirdi.
Kadınların uğradığı her türlü saldırının sebebinin devlet olarak gördükleri için devlete bu konuyla ilgili şikayette bulunamadıklarını dile getiren Tan, bu konuya ilişkin hareket edilmesi gerektiğini kaydetti.
Sosyal hizmet uzmanı olan İkram Doğan da "Mültecilikte çocuk olmak" başlıklı sunumunu sinevizyon gösterimi ile yaptı. Özellikle çocuk yaşta olanlara bir mafyanın hüküm kurduğuna tanık olduklarını dile getiren Doğan, "Görece memleketinde ödeme gücü olan ailelerin çocuklarını kaçırarak bir yere hapsediyorlar, para gelince şiddet uygulayıp bırakıyorlar. Hatta yüksek bir yerden attıkları oluyor ve buna emniyet göz yumuyor" dedi.
Doğan ayrıca çocukların dini cemaatlerin pençesinde olduğunu dile getirdi. Mültecilik ve çocuk kavramının aynı anda düşünülmesinin son derece zor olduğunu belirten Doğan, bu durumu "askıda çocukluk" olarak tanımladı. Bugün 70 milyon mültecinin 12 milyonunu çocukların oluşturduğunu ve yarısının eğitimden mahrum kaldığını kaydeden Doğan, "Zorlu kaçış yollarında aileleriyle birlikte hayatta kalmaya çalışıyorlar" diye konuştu.
110 bin çocuğun 70 farklı ülkeye ailesi ya da refakatçisi olmadan sığınma talebinde bulunduğunu dile getiren Doğan, kayıp olan mülteci çocukların olduğunu vurguladı. Refakatsiz çocukların cinsel şiddete uğradığını söyleyen Doğan, "Refakatsiz çocuklardan yüksek ücret talep edilmesi çocukların sömürüye maruz kalmalarına yol açabilmektedir" dedi.
Doğan, kadın ve çocuklara yönelik hak ihlallerini şöyle sıraladı: Korunma, barınma, beslenme, eğitim, sosyal hizmetle, sağlık, ihmal ve istismar.
Sempozyumun 3. oturumu, "Göç ve mücadele deneyimleri, göçmenlerle çalışanlar neler yapıyor?" başlığıyla devam etti.
Selahattin Güvenç, bu oturumun moderatörlüğünü üstlendi. Halkların Köprüsü Derneği'nden Can Tülük, Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi'nden Uraz Aydın, Göç Platformu'ndan İlyas Erdem ve Kadın Kadına Mülteci Mutfağı'ndan Feride Abiç sunumlarıyla oturuma katkıda bulundu.
Halkların Köprüsü Derneği Başkan Yardımcısı Can Tülük ilk sunumu yaptı. Tülük, "Mülteci meselesi ilk başladığı gibi değil. Bazı sorunlar hafiflese de yeni sorunlar ortaya çıkıyor" dedi. Mülteci haklarını temele alan bir dernek olarak kurulmadıklarını Tülük, "Biz aslında barış sürecinde sivil toplum olarak nasıl bir katkımız olur diye kurulduk. Fakat, o süreçte çok hızlı bir şekilde mülteci akının olması, halkların arasında dayanışma ağı oluşturmak bizim gündemimizden kaçmamalıydı. Mülteci alanında hak temelli yaklaşan az kurum olduğu için bayağı yoğunlaşmak zorunda kaldık. Ve şu an ana gündemimiz mülteci hakları oldu. Ancak tüm insan haklarını, hak mücadelelerini sahiplenen bir örgütüz" diye konuştu.
Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi'nden Uraz Aydın da henüz çok yeni olduklarını ve acil bir ihtiyaçtan ortaya çıkan bir yapı olduklarını dile getirdi. Aydın, ırkçılığın yaygınlaştığı bir ülkede göçmenlerin ve özellikle de Suriyeli göçmenlerin hedefleştirildiğini kaydetti ve devam etti: "Sol bu konuda çok geç kaldı. Bir sürü inisiyatif vardı. Çeşitli nedenleri var ama AKP'nin politikaları olarak görüldüğü için ses çıkarmama söz konusuydu. Sol acil meseleleri çözmeye dönük faaliyetlerle sınırı kaldı. Birlikte yaşamak siyasi meseledir. Milliyetçiliği, ayrımcılığa karşı çıkmak evet ancak birlikte yaşamak siyasi mücadelenin bir sonucu olabilir ancak" dedi.
Sokağa çıkmanın önemine dikkat çeken Aydın, deneyimlerini aktardı ve tüm halkların birlikte mücadele etmesi gerektiğinin altını çizdi.
Kadın Kadına Mülteci Mutfağı'ndan Feride Abiç de kısa bir konuşma yaptı. Dünya nüfusunun 25 milyonun mülteci yarısının da çocuk olduğunun altını çizen Abiç, "Türkiye – Suriye savaşından öncede ekonomisi ve yaşam kalitesi eşitsiz şekilde devam ediyor. İşsizlik her zaman devam eden bir sorunumuz. 17 milyona yakın insan devlet yardımıyla hayatına devam ediyor" dedi. 4 milyona yakın Suriyeli mülteciye Türkiye'nin kapı açtığını hatırlatan Abiç, mültecilerin sorunların çözülmek yerine kendi dertleriyle baş başa bırakıldığını ve bundan da çıkar sağlandığını kaydetti.
Kadın Kadına Mülteci Mutfağı'nın bir model olup olamayacağına yönelik deneyim aktaran Abiç, "Bir ticari işletme değildi. Türkiyeli ve Suriyeli komşularımızla birbirimize yarenlik yaptığımız bir mekan olarak tarif ediyoruz" ifadesini kullandı. Dayanışmayla yürümeye devam ettiklerinin altını çizen Abiç, "Bazı arkadaşlarımız ülkelerine döndü. Onların yerine başka arkadaşlarla yürüyoruz. Sorunlarımız oldu ama çözüyoruz hem de ast-üst ilişkisi olmadan. Mahallemizde yaşayan halkların arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmak daha çok çaba harcamaktan geçer. Biz de bunu yapıyoruz" diye konuştu. "Bizler bireylerin hayatlarını kurtarmak yerine birlikte hayatlarımızı kurtarmalıyız" diyen Abiç, kendi sözcülerini seçtiklerini, "yüz kızartıcı" diye tanımlanan suçlar olmadığı müddetçe kimsenin mutfaktan atılamayacağını ve hatta mahallede temsilcilerinin olduğunu mahalledeki göçmenlerin durumlarını tespit edip kendilerine bildirdiklerini gerekli yardımları sağladıklarını dile getirdi.
Göç Platformu'ndan İlyas Erdem de oturumun son sunumunu yaptı. 1990'lı yılların şiddet sarmalının bugün de devam ettiğini belirten Erdem, devletin müdahalesi sonucu ya korucu olacaksın ya da köyden çıkacaksın dayatması sonucu zorla göçlerin yaşandığını hatırlattı. Uygulanan gıda ambargosu nedeniyle insanların göç etmek zorunda kaldığını söyleyen Erdem, "Faili meçhul cinayetler eklenince Kürdistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldılar" dedi.
Bu dönemde tabi hizmetlere erişim konusunda da bölgede problemler olduğunu söyleyen Erdem, Kürtlere yönelik sistematik bir göç ettirme politikasının sürdürüldüğünün altını çizdi. Erdem, sorunun çözümü için hakikatin bilinmesi, geçmişle yüzleşilmesi gerektiğini vurguladı.
Son oturumda ise bu tartışmalardan yola çıkarak nasıl çözüm üretileceği üzerine sunumlar yapıldı. Kolaylaştırıcılığını İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri üstlenirken, sunumları ise Erdoğan Aydın ve Melek Göregenli yaptı.
"Göç ve mültecilikte Türkiye toplumunun kırılganlıkları" sunumunu yapan Erdoğan Aydın, göç ve mültecilikten söz edildiğini ancak sorunun bu denli vahim hale gelmesini sağlayan şeyin tıpkı Avrupa'da görüldüğü gibi esasen söz konusu alanını geleneksel yerlilerinin gösterildiği refleks olduğunu belirtti. Herhangi bir ülkeyle kıyaslandığında Türkiye'de göçmen sorununu bir hayli fazla olduğunu kaydeden Aydın, "Karşımızdaki sorun düşünsel planda çözülemeyecek, pratik bir sorun olduğunu, altını boşaltan toplumun mağduriyetlerine kendine yabancılaşan, durması gerekenin tam tersi bir yerinde duran bir problem karşısındayız" dedi.
10 Ekim Ankara katliamı sonrasında Konya'da düzenlenen Türkiye-İrlanda maçında yaşamını yitirenler anısına yapılan saygı duruşu çağrısına İrlandalı futbolcuların ve yabancı misafirlerin riayet ettiğini ancak Konya'da bulananların Türk-İslam sentezi sloganlar atarak yaptığı saygısızlığı hatırlatan Aydın, yaşananların durumun vehametini gözler önüne serdiğini belirtti.
Aydın, "Söz konusu çerçeve bize kuşkusuz son tahlilde kapitalizme ve sonuçlarına işaret etmekle birlikte aslında sorunun bundan çok daha derin boyutları olduğunu bize gösteriyor. Bu vurgunun önemi benim açımdan üretilecek çarenin antikapitalist mücadeleden üretilebileceği imkanın olmaması. Elbette ki kapitalizmin yarattığı, küreleşmenin yarattığı bölgesel savaşların temel nedeni var ama söz konusu sorunu kapitalizme karşı mücadele ekseninden, sınıf ekseninden yaklaşmamız halinde sesleneceğimiz alanını daralması, işlevsel kılınabilmesi imkanlarının daha da azalacağını görüyoruz" dedi.
Göçmen sorununu çözümü meselesi açısından bir yanıyla 1930'lar Almanyası deneyinin kulağa küpe edilmesi gerektiğini ifade eden Aydın, "Sorun ülkemizi, tek tek halkları inançları aşan küresel bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Başta emperyalizm olmak üzere egemenliklerin iktidarlarını sürdürmek için alabildikçe istismar ettikleri bir sorun alanı" diye konuştu. Önermelerin düzen için görülse mücadelenin yedeği bir parçası haline getirebilmek gerekse de sorunun vicdanları etkileyen boyutuyla dalgayı tersine çevirmek açısından içerdiği imkanları kullanmak gerektiğini dile getiren Aydın, şöyle devam etti: "Kapitalizm bu sorunun müsebbibi. Son tahlilde çözümünün kaynağı olmakla birlikte sorunun çözümü açısından düzen içi önermeler geliştirmek ve bu önermelerden düzeni aşan güç biriktirebilmenin yollarını aramak zorundayız. Bu açıdan baktığımızda aslında laikliğin, demokrasinin de önemle üzerinde düşünülmesi gerekecek, çözüm üretmek açısından imkanlar üzerine bizi aynı zamanda sistemin radikal bir şekilde reddi gibi noktalara götürmeyen sonuçları olduğunu tespit etmek çok yaşamsal bir önem taşıyor. Sorunun bu açıdan çözümü, aslında Türkiye'de ve bölgeyi aşan dünyaya da konulabilecek, gösterilecek önemli bir deney alanını oluşturmaktır. AKP'ye karşı muhalefetin onun dış politikasına karşı, Yeni Osmanlıcı söylemine karşı aynı zamanda bu topraklarda çok güçlü bir geçmişi dayanakları olduğunu öngören ve içini boşaltmayı, geçersizleştirmeyi getirecek, bir söylem için kafa yormak konusunda daha fazla ortak düşünme geliştirmeliyiz."
"Göç ve uyum" sunumunu yapan psikolog Melek Göregenli de "Dünyayı anlamak ve değiştirmek için kuşkusuz sınıfsal perspektif herhangi bir konuda bir grubu ele alıp onu anlamaya çalıştığımızda anlayabiliriz. Dünyadaki her insan topluluğunun bir grubu var ve sınıfsal pozisyonlarına göre biçimleniyor. Dolayısıyla sınıfsal meseleler çözüldüğünde bu sorunlar çözülmeyecek. Zaten insanlık tarihi bize bunu gösterdi" dedi.
İç göç süreçlerine dikkat çeken Göregenli, "Biz hep aslında göçmen dediğimizde yoksul anlıyoruz. Belki şöyle düşünülebilir, haklarında iyileştirme politikası gerekenler zor durumda olanlar diye düşünüyor olabiliriz ama iş onla bitmiyor. Göç eden grupların kendi aralarındaki ilişkiler de bu süreci doğrudan etkiliyor" ifadesini kullandı.
İzmir'in Torbalı ilçesine yoğun bir Kürt göçünün olduğunu ancak zaten Torbalı'nın yerlilerinin de göçmen olduğuna dikkat çeken Göregenli, ilçeye göç eden Suriyelilerin çadırlarının Kürtler tarafından yakıldığını hatırlattı. Göregenli, "Orada çünkü Kürtler bir statü kazandı. Önceden Türk ve benzerler gelip de İzmir burjuvazisi linç etmiyor. Nefret suçu ve ayrımı var ya bunu çok yapıyoruz. Linç bir nefret suçu tipidir. Linçe temel oluşturan söylemi geliştiren gruplar ile hayata geçirenler farklıdır. Söylemi yapanlar ellerini linçe buluşturmazlar. Nefret suçlarının faili birbirine benzer gruplardır" diye konuştu.