Yaşanan kriz yalnızca ekonomik değil!

26.06.2020

Kadınların Sözü canlı yayınında bu hafta “Kapitalizmin Krizi ve Toplumsal Mücadele” başlığını Eğitim Emekçisi Ebru Yıldırım ile değerlendirdik. Krizin kadınlar açısından yansımalarının yanı sıra toplumsal, siyasal, ekolojik ve ekonomik anlamdaki yansımalarını da ele aldık. Dünya ölçeğinde etkisini gösteren sistem krizine Türkiye’den baktığımızda içine girdiği çıkmazdan dolayı iktidarın kadınlara, emekçilere ve tüm topluma karşı daha da saldırganlaştığını görmek hiç de zor değil.

Hepimizin bildiği gibi Türkiye ve dünya ölçeğinde yaşanan kriz, ekonomik krizin çok ötesinde kapitalizmin varoluşsal krizi. Aslında bunu bir birikim krizi olarak da tarif etmek mümkün. Yaşadığımız bu çok yönlü birikim krizini nasıl değerlendirmeliyiz?

Küresel finans sistemine ve ithalata bağımlı bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye ekonomik açıdan değerlendirildiğinde merkez bir ülke değil, perifer bir ülke. Dolayısıyla sermayenin, kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşamış olduğu krizi Türkiye bağlamında ele aldığımızda dünyadan farklı bir yerde tarif etmek mümkün değil. Hatta tam tersine merkezin çevresindeki bir ülke olması itibariyle krizin büyük boyutlara ulaşan yapısal kısmını aşması mümkün değil. Dünya ölçeğinde sermayenin yaşamış olduğu krizin dışında kalarak Türkiye’nin kendi krizini aşma olasılığı yok. Bir yandan ekonomide üretken olmayan sektörlerin Türkiye açısından ekonomide kilit noktada olması da ciddi bir dezavantaj. Üretken olmayan sektörler derken neyi kast ediyoruz? Mesela AKP iktidarında belirgin bir şekilde karşımıza çıkan inşaat, konut ya da megaprojeler diye tabir edilebilecek altyapı projeleri. Buraya ağırlık vermiş olan bir iktidarla bu krizle karşılaşan bir Türkiye’nin verili durumda krizi aşma olasılığı zaten baştan mümkün görünmüyor. Bununla birlikte çok düşük ya da orta teknolojilerin egemen olduğu bir ülke Türkiye. Sanayisi ve ihracat yapısı küresel kapitalist rekabet ortamına uygun değil.

Verili birikim rejimi ithalata bağlı, istikrarsız. Çarpık bir ekonomik büyüme süreci yaşıyor. Aslında 2002’den beri iktidarda olan AKP tarafından bilinçli bir tercih belki de. Kendisine uygun sermaye yaratmak amacıyla da tercih ettiği bir durum söz konusu. Yapısal iktisadi krizi aşabilmek Türkiye ekonomisinin çok büyük ve çok kapsamlı dönüşümüne gebe. Yani ancak böyle olabildiği oranda aşılabilir bir şey. Buna karşın 90’lardan beri uygulanan neoliberal finansallaşma diye tarif edebileceğimiz bir süreç de var. Türkiye buna dayalı bir birikim rejimi yaratmış durumda. İstanbul’un finans kapitalin merkezi olarak tarif edilmesi de bağımlı neoliberal finansallaşmaya dayalı birikim rejimiyle, bunu yarattığı çarpık ekonomi anlayışıyla ortada.

Çok yönlü birikim krizine ekonomik kriz ölçeğinde bakarak kadınlar açısından da değerlendirdiğimizde, özellikle kadınların ücretsiz ev ve bakım emeğini arttırdığını biliyoruz. Krizin derinleşme ve yayılma eğiliminin yakın gelecekte gündelik yaşamlarımızda ne gibi yansımaları olmasını bekliyoruz?

Sermayenin bütün amacı en çok karı elde etmek üzerine kurulu. Bu bağlamda sınıfın bileşenleri diye tabir edebileceğimiz insanlar ise her yeni günün sabahında çok daha karmaşık, kirlenmiş, düzensiz bir dünyaya uyanıp bir koşturmacaya başlıyor. Bu koşturmaca sermayenin kendi çevrim sürecinde sınıfın, yerini almak üzere yollara koyulması olarak tarif edilebilir. Sermaye çevriminde yerini almaya gidişin bir tarafı da kendini yeniden üretmek. Bir de eve geri dönüşü var bu işin. Bu gidiş dönüş aslında bir sarmal.

Yeniden Üretim Sürecinde Kadın Emeği

Yeniden üretim sürecinin ev diye tabir ettiğimiz, kişinin kendisine ait olduğunu söyleyebileceğimiz mekansal bir tarafı var. Mekansal tarafta karşımıza kadın kimliğinin çıktığını görmek çok mümkün. Bu kadın kimliği yeniden üretim sürecini sağlayan en önemli emek gücü. Biz buna ev içi ücretsiz emek de diyebiliriz. Şöyle tarif edilebilir; işçiyi üretim sürecinin dışında yenileyen ve işe dönmesini sağlayan kişiler. Bu da başka türlü bir artı değer olarak sermayenin lehine işleyen bir şey.

Bir ailenin içerisinde bir çocuk var ve anne, baba da çalışıyor diyelim. Bu durumda sermaye, kendisi için çalışan o iki işçi lehine çocuğun bakımını üstlenmek zorundayken, çocuk bakımını üstlenen bir kadın söz konusu. İşçinin ertesi gün daha sağlıklı olması için yapılan yemekten tutalım, işçinin daha bakımlı görünebilmesi için yeniden üretilen bir işçi profili açısından sermayenin birikim krizinde kadın emeğinin ciddi anlamda katkı sunduğunu söylemek mümkün.

Gazeteciler üzerinde yoğunlaşan baskılar, muhalif yayın organlarına uygulanan baskılar, sosyal medyayı kontrol etme çabaları, siyasi tutsakları dışında bırakan infaz yasası, toplu sözleşme/grev hakkı gibi haklara dönük ertelemelerin yapılması gibi bir çok başlık var. Tüm bu başlıklarla beraber iktidarın yönetememe krizini nasıl değerlendirmek gerekir?

AKP ve sonrasında ona dahil olan MHP bloğunun yaşamış olduğu krizi 10 yıl önceye dayandırmak mümkün. 2000’li yılların başında yaşanan krizle birlikte 2002 yılında iktidara gelen AKP aslında muhafazakar-demokrat kimliğiyle kendisini sundu. Oysa 2002’den itibaren AKP’nin yöntem olarak seçtiği şey neoliberalizm.

Kendi adıma şöyle bir şey hatırlıyorum; 2000’li yılların başında Eğitim Sen şube yönetimindeydim ve örgütlenme sekreterliği yapıyordum. O dönemde üyelerle birlikte bir çok eğitim çalışması yapıyorduk. Eğitim çalışmalarında neoliberal kavramı sık sık yer alıyordu. Bir süre sonra liberal terimlerin gündeme gelmesi ve kamusal alanda sahiplenilmesiyle birlikte neoliberalizmin sendikacılara ithaf edilen bir karikatür olarak ele alındığı bir dönemden geçtik. Fakat bugün geldiğimiz noktada AKP iktidarının bu politikaları uygulamak üzere özenle seçilmiş ve yerleştirilmiş olduğunu görmek mümkün.

“Sermayenin Her İsteğini Yerine Getiriyor”

AKP uzunca bir süre sahiplenildi. Özellikle 2010 Anayasa Referandumu’na kadar AKP’nin demokrat olduğuna, askeri vesayet rejimine karşı bir çıkışın ismi olduğuna, ülke topraklarında demokrasi arzusunu gerçekleştireceğine dair ciddi bir kesimin umutları vardı. Aslında sınıf ve müttefikleri açısından baktığında AKP’nin ilk günden beri sınıf karşıtı politikaları, dine yaslanan pragmatik muhafazakar politikaları uyguladığını görmek mümkün. 2010’dan itibaren ciddi anlamda bir sıkıntı da söz konusu oldu. Tabi bu dünya ölçeğindeki ekonomik krizin yansımalarıyla da bağlantılı. Çünkü borç alan ve bu borç üzerinden inşaat sektörüyle Türkiye’yi yönetme çabası içerisinde olan, bir taraftan emperyal hayaller kurarak ülkeler arasındaki sıkıntıların öznesi olan iktidar kendi toplumu içersindeki değişik grupların ya da sınıfın sorunlar yaşamasına dönük yanıt üretemedi.

ODTÜ eylemiyle başlayıp, tütün işçilerinin Ankara’daki oturma eylemiyle ve Gezi Direnişi’yle devam eden diye tarif edebileceğimiz pek çok karşı duruşa rağmen 2010 referandumundan almış olduğu kendince meşruiyetle ve sonrasında da gayrimeşru bir biçimde devam eden bir iktidar söz konusu. Genel anlamıyla bakıldığında da dünya sermayesiyle uyumlu ve Türkiye sermayesinin her istediğini yerine getiren bir iktidarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla yaşanan kriz sadece ekonomik krizle ilişkilendirilmeksizin bir siyasal krizi de içinde barındırıyor.

Kapitalizm kendisiyle birlikte doğayı ve insanlığı da yok oluşa sürükleyerek dünyanın fiziki sınırlarını da zorluyor. Bu çok yönlü krizin bir diğer etkisi de ekolojik kriz. Daha bütünlüklü bir değerlendirme için bu ekolojik krize dair neler söyleyebiliriz?

Ekolojik krizin kendisi de kapitalizmin birikim krizinden bağımsız ele alınabilir bir şey değil. 16.-17. yy.’da ana avrupa kıtaya baktığımızda gelişmiş diye tabir edebileceğimiz bütün avrupa ülkelerinin doğrudan sömürgesi var. Bir taraftan sömürgecilik, bir taraftan doğanın gasp edilmesi, bir taraftan da kadının ücretsiz emeği diye tarif edebileceğimiz yeniden üretim sürecinin kendisi sermaye birikimi denen şeyi oluşturuyor. Dolayısıyla üçünü birbirinden ayırmak mümkün değil.

‘Aşırı Üretim’ ya da ‘Kar İçin Üretim’

Kapitalist üretim biçiminin içsel dinamiği gereği sermaye hızla büyüyor. Birikmek ve genişlemek zorunda. Sermaye birikim süreci yüksek kara dayandığından böyle bir genişleme de kendi dinamiklerini harekete geçiriyor. Kapitalizmi sürekli bir üretim artışına bağımlı kılan da bu. O yüzden sermaye, önünde hiç bir engel ya da herhangi bir kısıtlama yokmuşçasına çok daha büyük ölçeklerde üretmeye ve biriktirmeye yöneliyor. Kapitalizmin varoluş biçimi bu. Dolayısıyla kapitalist birikim sürecindeki aşırı üretim ya da kar için üretim; üretimin boyutlarını ve karakterini toplumsal gereksinimlerden uzaklaştıran bir şey. Bu anlamda baktığımızda iletişim ve ulaşım olanakları diye tarif edilecek alanın kendisinin süreklilik kazanması lazım. Bu süreçteki girdi ve çıktıların hepsi vakit nakittir sözünden yola çıkarsak doğayı da önüne katan bir şey.

İstanbul’u yine örnek verecek olursak bir yerden bir yere gitmenin en kısa yolu o yol üzerindeki ormanlık alanı yok etmekse sermaye bunu yok eder. Bir AVM dikmek gerekiyorsa ama orası bir çocuk bahçesiyse buraya alışveriş merkezi diker. Dolayısıyla bugün AKP’nin rant merkezli, inşaat merkezli seçmiş olduğu birikim rejimi tesadüf değil. Çünkü dışa bağımlı bir ülkesin ve kendi içindeki sermayeyi memnun etmek açısından ya da dışardan sermaye alabilmek açısından en üretken nokta şehir talanı, HES’ler ya da altın çıkarmak üzere Kaz Dağları’nın katledilmesi. Bütün bunlar sömürgeleştirmeden, kadının yeniden üretimdeki ücretsiz emeğinden bağımsız değil. Ekoloji ile kadın kurtuluş mücadelesini ya da feminist mücadeleyi birbirinden bağımsız ele almamak gerekir ki bunun bugün kadınlar tarafından daha iyi görülüyor olmasını da buna bağlıyorum.

“Bu bir OHAL”

Halkların Demokratik Kongresi de kapitalizmin krizinin sadece ekonomik kriz ölçeğiyle değerlendirilemeyeceğini; bunun siyasal, toplumsal, ekolojik, kültürel bir çok etkisinin olduğunu belirten bir çalışma başlatıyor. HDK bu bütünlüklü krize dair önüne nasıl bir program koyuyor?

Çalışma yeni ama çok kısa zamanda sona erecek bir çalışma değil. Çünkü bu kriz devam edecek. Bugünden yarına ne ekonomik krizin ne de siyasal krizin dünya ölçeğinde sona erme olasılığı yok. Türkiye ölçeğinde de meşakkatli bir yol bizi bekliyor.

Pandemiyle birlikte pandemi sonrası diye bir şey de tarif edildi ilk zamanlarda. Pandemi sonrası hiçbir şey eskisi gibi olmayacak şeklinde olumlu ya da olumsuz anlamda tarafları olan bir söylemdi bu. Pandemi sonrası diye bir şey olduğu kanaatinde değilim. Çünkü doğanın bütün sınırlarının talan edilmesiyle ve insan türüyle temas etmemesi gereken bir takım türlerin bir araya gelmesinin yarattığı bir virüsler silsilesi yaşayacağız belki de. Kovid-19 denen virüs bitecek belki ama kapitalizmin kendisiyle birlikte yürüyecek olan süreç bitmeyecek. Örneğin bilim insanları sonbaharda ikinci bir dalgadan bahsediyor. Sonbahar Türkiye açısından dış borç ödemelerinin olduğu, ekonomik krizdeki dalgalanmanın artması gibi bir takım beklentilerin olduğu bir dönem. Yani pandemi bir taraftan muhalefeti evde hapsetmek için de devrede olacak gibi. Dolayısıyla bu bir OHAL. Bir bütün olarak Türkiye muhalefetinin OHAL sürecinde olduğunu bilen bir yerden düşünerek çalışma yürütmesi gerek.

Halkların Demokratik Kongresi, baştan beri değindiğimiz sürece kendi meclisleri aracılığıyla bütünlüklü bir bakış sağladı bana kalırsa. Bir kriz kampanyası diye tarif edilebilecek ama bu tamlamanın kendisini de aşan bir çaba içerisinde. Göçmen emeğinin kadın meclisinden bağımsız olmadığı ya da kadın meclislerindeki kadınların yaşlılarla, ekolojiyle ilişki kurmaksızın kendi sorunlarını bizzat çözebilecek bir yeterliliğe ve perspektife sahip olamayacağından yola çıkarak HDK bu süreci ortaklaştırma çabası içerisine girdi. Bu geçişkenliği gören bir yerden HDK’nin kendi meclisleri içerisinde yürüteceği bir kampanyanın daha ötesinde, Türkiye muhalefetini kapsayacak görüşmelerle, ya bir yol bulacağız ya da kendimiz yol olacağız diyerek yola çıktığını düşünüyorum.