Türk uluslaşmasının tarihsel süreci, Cumhuriyet rejimin1923 yılındaki ilanı ve kurumsallaşmasıyla birlikte, bugüne uzanan somut siyasal ve ideolojik gelişme formunu kazanmış oldu.
Uluslaşma hareketinin, uluslararası burjuva sınıfın dünya görüşüne, politik iktidar stratejisine, kapitalizmin dünya-tarihsel ekonomik gelişim ihtiyaçları ve çıkarları tarafından çerçevelenen egemen “ulus-devlet”çi çözüm anlayışı ve biçimi, Türk uluslaşmasının da yol haritasını çiziyordu. “Batılılaşma” hareketine öncülük eden ve nihayetinde egemen hale gelen güçlerin sınıfsal bileşiminin, kadro yapısı ve örgütlenmesinin ideolojik-siyasi karakteri, Türk uluslaşmasının, dönemin ana eğilimine uyumu bakımından, zorunluluğu ve tercihi aynı tarih kesitinde birleştiriyordu. Ulus-devlet, bu zorunluluğun genel eğilime uyan siyasal biçim olurken, onun inşa yöntemi ve içeriği, Cumhuriyet’in özgün karakterini oluşturuyordu.
Kuşkusuz, Türk ulus-devleti, oluşumunu ve gelişimini şekillendiren dönemi karakterize eden büyük kaosun, derin ve keskin çelişkilerinin etkisi altında varlık kazandı. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinin dünyasından bahsediyoruz. Kapitalizmin emperyalizm aşamasına evrildiği, uluslararası mali oligarşinin tekelci ekonomik egemenliğinin dünyanın her yerine yayıldığı bir dönem. Buna paralel olarak da, demokrasinin ortadan kaldırılması eğiliminin her yerde başat hale gelmesi anlamında, siyasal gericiliğin azgınlaştığı bir dönemden söz ediyoruz. Tekelci güçler ve büyük devletler arasındaki hegemonyacı çelişkilerin ve rekabetin, dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesinin, dünya emperyalist paylaşım savaşına yol açtığı dönem bu. Dört yıl süren savaşın sonunda, başkaca sonuçlarla beraber, Çarlık Rusya’sının Sovyet devrimiyle yıkılması, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının savaşın galibi emperyalist blok güçlerince pay edilmesi gibi sonuçlar da yaratan büyük altüst oluş dönemiydi.
Türk ulus-devletinin, savaşı kaybeden ve dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi olarak kurulmuş olması gerçeği, onun özgün karakterinin temel özelliklerine de şekil veren çelişkiler toplamının ve bunlar arasındaki ilişki ve çatışmaların kaynağıdır. Dolayısıyla, bu kaynakların maddi temellerinden hareket etmeden; bunlara dayanan tarihsel çözümlemeler geliştirmeden; ve bunların nesnel sonuçlarını kavramadan; Türk uluslaşmasının, tekçi Cumhuriyet rejimi altında biçimlenen demokrasi karşıtı varoluş serüvenini ve onun bugüne de ulaşan yapısal çelişkilerin etkilerini doğru biçimde değerlendirebilmek mümkün olmayacaktır.
Ancak bu yazının konusu, Türk uluslaşmasını ve Cumhuriyet serüvenini başlı başına incelemek ve tartışmak değil. Bu, yazının amaç kapsamını çok çok aşan bir iddia olurdu.
Biz, daha çok, Türk uluslaşmasının ve Cumhuriyetin inşasının özgün karakterine rengini veren en belirleyici ideolojik-siyasal tarihsel etkenden hareketle sorunu ele alacağız. En dolaysız anlatımla, bu, Türk uluslaşmasının, başka uluslara, halklara, etnik kimliklere karşıtlık üzerinden, inkarcı, imhacı, asimilasyoncu paradigma olarak inşa edilmiş olmasıdır. Bunu somut hale getiren ve Cumhuriyetin ideolojik genetiğine işlemiş bir kalıtım materyali halinde nesiller boyunca aktarılmaya devam eden iki temel karşıtlık bulunuyor: Ermeniler ve Kürtler.
“Hasta Adam” Osmanlıdan Cumhuriyete
Osmanlı’nın son iktidar yönetimi olan İttihat ve Terakki (Birlik ve İlerleme) hareketinin tehcir ve soykırım siyasetiyle Anadolu ve Kürdistan’dan kökleri kazınarak “haklarından gelinen” Ermeniler olmuştu. Bu kadim halkın milyonlarcası, katliamlar eşliğinde arkalarında kanları ve canlarını bırakarak binlerce yıldır yaşadıkları, vatanları bildikleri topraklardan, bir daha geri dönmemecesine koparıldılar ve dünyanın dört bir yanına sürüldüler. Topraklarına, mallarına, bütün zenginliklerine el konuldu. Kültürel mirasları yakıldı, yıkıldı. Yok sayıldılar. Türkçü/Turancı ideolojinin ve Pan-Türkist politik stratejinin mimarı olan İttihat ve Terakki, böylece, Türk uluslaşmasının damarlarına inkarcılık, imhacılık ve asimilasyonculuk zehrini şırıngalamış oluyordu. İşte, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşından yenilerek çıkması ve dağılmasından bakiye kalan şey, yalnızca, Anadolu ve Mezopotamya’nın bir kısmına sıkışmış toprak parçası değil, değildi, Türkçü ırkçılık ideolojisiydi aynı zamanda.
İttihat-Terakkiciler yenildiler ama fikirlerinin esası Cumhuriyet rejiminde “iktidarda kalmaya” devam etti. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının önemli bir yekunu İttihat-Terakki geleneğinden geliyordu. Batılılaşma/Cumhuriyet hareketinin liderliğini üstlenen Mustafa Kemal’de onlardan biriydi zaten. Ayrıca, hareketin kurmay kadrosu içinde olsun, 1920’nin Meclis-i Mebusan’ında ve 1923’ün Büyük Millet Meclisi’nde olsun İttihatçı özlemlerin peşinden giden “yeter sayı”da kadro vardı. Bazıları bakanlığa yükselmiş, pek çoğu devlet bürokrasi içinde köşe tutacak pozisyonlar elde etmişti. Ermeni soykırımını reddeden, dahası bunu, Türk uluslaşmasının ve Cumhuriyetin varlığının zorunlu bir icabı ve meşru bir uğrağı olarak savunup sistematize eden, Cumhuriyet’e bu “tekçi” aklı kazandıran ve bunu rejimin en derin ideolojik köklerine yerleştirmeyi başaran devralınan esasen bu İttihatçı gelenek ve miras oldu.
Ve şimdi, Kürtlere gelebiliriz.
İttihat-Terakki aklı, Osmanlıcı devlet egemenliği altında girdiği Türk uluslaşması sınavını, tarihsel Ermeni soykırımını ve katliamlarını örgütleyerek verdi. Cumhuriyet için bu önemli bir deneyim ve sonrası için hep yararlanacağı bir ders oldu. Buna fazlasıyla ihtiyacı olacaktı. Çünkü Kürtler vardı! Ancak, Cumhuriyet’in Kürtlerle sınavı, tabir caizse, Ermeniler’de olduğu gibi kolay yoldan ve kestirmeden geçilemezdi. Nitekim, bu durum, Cumhuriyet’in yüz yıla varan bütün tarihine yayılan olaylar ve olgular tarafından doğrulanmış bulunuyor.
Bunun, birbiriyle iç içe geçen çok katmanlı tarihsel, toplumsal ve siyasal nedenleri var kuşkusuz. Biz, burada, konumuza ışık tutacak boyutuyla bunların bazılarını hareket noktası almakla yetineceğiz.
Her şeyden önce, Selçukluların Anadolu’ya girişiyle başlayan ilk temaslardan ve sonrasında da kalıcı hale gelen Kürt-Türk ilişkilerinin tarihsel kökeninden söz etmek gerekir. Selçuklu Türkleriyle Bizans İmparatorluğu arasında yaşanan Malazgirt(Muş) savaşı (1071) bu ilişkilerin gelişiminde belirleyici momenti olmuştur. Bölgenin Kürt beylikleri/devletleri, savaşta Selçukluların safında yer almış, Alparslan’ın zaferinde önemli rolleri olmuştur. Kürtler ve Türkler arasındaki İslam ortaklığının ideolojik ve kültürel alt yapısının, bu tavırda ve sonrasındaki ilişkilerin biçimlenmesinde ana eksenlerden biri olduğu tartışmasızdır.
Anadolu Selçuklu Devleti’nden Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine kadar uzanan 700-800 yıllık tarihsel kesit içinde de bu İslam ortaklaşması boyutu, Türkler ve Kürtler arasında birlikte varoluş, yaşayış zeminini kolaylaştıran bir kültürel etkileşim ekseni olmaya esasen devam etmiştir. Anadolu ve Mezopotamya topraklarında binlerce yıldır yerleşik kadim halkı olan Kürtler, bu tarih kesiti içinde özerk siyasi yapılarını korumayı, toplumsal kültürleri ve geleneklerini sürdürmeyi başarabilmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu döneminin birçok kesitinde, Kürt beylikleri, imparatorluğun fetih seferlerine asker vererek katılmış, ya da imparatorluk topraklarına yönelik saldırılara karşı Kürdistan topraklarında kurulan savunma hattının ana gücü olarak konumlanmıştır. İmparatorluğun askeri başarıları bakımından bu katkı, Türk- Kürt birliği olarak tarif edebileceğimiz genel zemini koruyan tarihsel boyutlardan biri olagelmiştir.
Ne zamana kadar?
Osmanlı’nın çöküş dönemine girmesine, özellikle Batı’da/ Balkanlarda topraklarını önemli ölçüde kaybetmeye başlamasına, milliyetçilik akımının dünya tarihsel boyuta yerleşmesiyle birlikte, Osmanlı boyunduruğundaki halkların ulusal kurtuluşçu isyanlara başlamasına kadar.
Ganimet ve vergi gelirleri azalan, hazinesi boşalmaya yüz tutan, ordu toplama kapasitesi dibe vuran, merkezi otoritesi zayıflayan ve hatta dağılan imparatorluğun, Türk- Kürt birliğinin temellerini de dinamitleyen girişimlere yönelmeye başlamasına kadar.
Bunlar; Kürt beyliklerinden alınan vergilerin artırılması, özerliklerini sınırlayan fermanlar çıkarılması, nihayetinde beyliklerin başına valiler atanmasına kadar varan uygulamalardı. Bunların, sonuçları imparatorluğa bakan yönüyle tabii ki ağır oldu. Başkaca ayrıntılarına da girmeden söylersek, 1800’lerin başından itibaren bu durum Kürt beyliklerinin direnciyle karşılanmaya, itaat etmemeye ve isyanlara kadar ulaşan tepkiler silsilesine dönüştü. Yüzyılın sonlarına doğru bu isyanlara, dünyada gelişen eğilime paralel olarak milliyetçi ideoloji ve ulusal bilinç mayası da eklenmişti. Osmanlı’nın kendini savunmasının son kalesi olarak İttihat ve Terakki Hareketi ve iktidarı içindeki dengelerin (İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık olarak şekillenen eğilimler) Türkçülük merkezine kaymasıyla birlikte, Kürtler üstündeki baskılar, daha tahakkümcü, daha zorbaca ve Türk-Kürt birliğinin feodal temel( ekonomik, siyasal, kültürel) çerçevesindeki tarihsel bağlara karşı ideolojik olarak daha yıkıcı bir derinlik kazanmış oldu.
İttihatçıların yenilgisiyle oluşan yeni koşullar altında Kürtler, Cumhuriyet’te doğru giden yolda, Mustafa Kemal liderliğinde birleşen güçlerle ilişki içinde kendi kaderlerini belirleme seçeneğine ağırlıklı olarak eğilim gösterdiler. Bu, onların Osmanlı idaresi altında yaşadıkları acı deneyimlerden çıkardıkları bir sonuç olduğu kadar, bağımsız bir Kürdistan ideali altında bir araya gelebilecek ideolojik, politik ve örgütsel güçlü bir birleşik merkezi henüz oluşturamamış olmalarıyla da ilgili bir durumdu. Ama aynı zamanda, Kürt-Türk birliğinin İslam’a dayalı kültürel alt yapısının korunuyor oluşundan kaynak alan birlikte varoluş hafızası, canlılığını korumaya devam ediyordu. Toplamda, Cumhuriyet’e gidecek olan yol, Kürtlerin de uluslaşma ve ulusal kurtuluş sürecini biçimlendirecek, “modern” koşullar altında kapıyı açacak pratik anahtarlardan öne çıkan bir seçenek olarak ön görülüyordu.
Öyle mi oldu peki? Tabii ki, hayır. Hayaller ve beklentilerin ışığı çok geçmeden söndü. Kürtlerin üzerine çökmüş olan, ama kısa bir zaman aralığına açılmaya başlayan karanlık, daha koyu biçimiyle geri dönecekti. Cumhuriyet’in ilanından sonra hazırlanan, Türk ulusçuluğunun tekçi, inkarcı, asimilasyoncu ruhunu ve cismini resmi ideoloji olarak kayda geçiren, 1924 Anayasası, Kürtlerin Cumhuriyet’ten eşitlik, adalet, kardeşlik ve özgürlük adına bekledikleri bir şey kalmışsa da, ona son noktayı koyacaktı. Ama zaten öncesinde olan bitenler bu gidişatı mimleyen işaretlerle doluydu. 1920 Meclisi’nin görece çoğulculuk taşıyan halklar temsiliyeti dengesinin ve 1921 Teşkilat-i Esasiye Kanunu’nda tanımlanan ve yerel özerkliği de içeren görece demokratik hakların toplam etkisinin yarattığı olumlu havada, Kürtler açısından kuşku ve kaygıyla karşılamaya yetecek şeyler de birikiyordu.
Örneğin; 1923 Temmuz’unda sonuçlanan Lozan Konferansı süreci ve imzalanan anlaşmayla, Kürdistan toplumunun ve coğrafyasının parçalanması, Türkiye sınırları içinde kalan parçanın da sömürgeleştirilmesinin alt yapısının hazırlanması sonucu çıkıyordu. Her ne kadar anlaşma, Kürtlerin anadilde savunma hakkı, dillerini, kültürlerini özgürce yaşamaları ve geliştirmeleri, ayrımcılığa tabi tutulmamaları gibi maddeleri içeriyorsa da, bunların Cumhuriyet rejimi tarafından kuvvetten fiile geçirilmek için düşünülen şeyler olmadığı açığa çıkacaktı. Bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca buna tanıklık edilecekti.
Bu tarih aralığına eşitlik, adalet, özgürlük temelinde birlikte yaşama ve kolektif kimlik haklarının tanınmasına dönük, özerklikçi, bağımsızlıkçı tam 29 Kürt isyanının sığmış olması, bunun en ikna edici tarihsel pratik kanıtıdır. Türk-Kürt birliğinin “modern” koşullar altındaki demokratik inşa olanağının altını oyan Cumhuriyet rejimi, kendi varlığının dibine kendi eliyle onu sürekli krizli ve tetik halde tutacak bir ideolojik dinamit koymuş oldu. Bu dinamitin en uzun ve hiç sönmeyecek fitilinin Kürtler olduğunu söylemeye gerek var mı? 21. Yüzyılın ilk çeyreğindeyiz ve Türk Cumhuriyet rejimi, son Kürt isyanıyla birlikte yeniden depreşen krizinin içinde 40 yılı aşkındır alev alev yanmaya devam ediyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bakiye kalan esas şey, yani, kronik “hasta adam” olma hali bu. Tekçi Cumhuriyet’in, dön dolaş yüzyıl sonra yine ve yeni bir “Osmanlı”cıya, Erdoğan’a emanet edilmiş olması, tarihin ironisi olsa gerek. Cumhuriyet tarihi ve krizi, Osmanlı dönemimin kapanmasıyla birlikte başlamıştı. İroni biçiminde görünen şey, krizin bu kez “Osmanlı”cı dediğimiz tekçi iktidarın üzerine kapanarak son bulmasının ve yeni bir Cumhuriyet’in başlangıcının tarihsel diyalektiğine işaret olmasın? Neden olmasın?
HDK Radikal Bir Demokrasi Programıdır
HDK, işte tam da bu soruda yüklü olan tarihsel anlamın; umudun ve olanağın peşinden gitmek, onu Türkiye halkları için bir gerçeğe dönüştürebilmek için var oldu. O, “neden olmasın” sorusunu, ‘nasıl başarılır’ın arayışında ve pratik yolunda ilerleyerek yanıtlamak isteğinin kolektif iradesini kendinde somutlaştırmış oluyordu. Demokrasi ve Cumhuriyet krizinin devrimci demokratik yoldan çözümünün mümkün olduğu inancı ve iddiası ortaklaşmasında bir araya geliş, HDK’nin birleşik mücadelenin stratejik bir aracı olarak önemini de ortaya koyuyordu.
HDK, 2011 yılının Ekim ayında, HDK fikriyatı görüş açısından Türkiye’nin 20’ye ayrılmış bölgesinden gelen 521 delegenin temsil edildiği kongreyle ilan edildi. HDK delegelerinin yanı sıra, bu ilk kongrede bir araya gelen binlerce kişide sembolize olan büyük coşku ve heyecanın kaynağı, bu umut ve olanağın elle tutulur, gözle görülür örgütlü halini yaşıyor oluşlarıydı. HDK somutunda ve onun özgün formunda başarılmış olan, Türkiye siyasi tarihinin iki ayrı coğrafya parçasında, “Fırat’ın doğusu ve batısında” birikmiş olan mücadele güçlerini toplumsal devrimci demokratik dönüşüm programı ve stratejisi altında bir araya getirmesiydi. HDK, her iki coğrafyanın emek, demokrasi ve özgürlük güçlerinin; özel olarak da Batı’nın sol-sosyalist hareketiyle, Kürt özgürlük hareketinin mücadele birliği zemini olarak temel bir misyon yüklenmiş olarak yola çıkıyordu.
Türkiye’de Cumhuriyet sorunu ve krizi, aynı zamanda ve dolaysız biçimde demokrasi sorunu ve krizinin bir sonucu olarak başladığı ve devam ettiği için, HDK’nin temel misyonu, demokrasi sorununun çözümü mücadelesi üzerinden Cumhuriyet sorunun da çözümünün toplumsal ve siyasal koşullarını hazırlama, yaratma olarak tanımlanabilir. Demokrasiyi kazanmak ve bunu halk tabanlı bir toplumsal örgütlenme birliği, iradesi ve hareketine dayalı olarak başarmak, HDK’nin topluma sunduğu çözüm seçeneğidir. Tekçiliğe karşı çoğulculuğun; merkeziliğe karşı yerelliğin ve özerkliğin; üniterliğe karşı federalizmin egemen olduğu bir toplumsal örgütlenme ve siyasal yapılanma modelinin hazırlayıcı ve kurucu paradigması olarak HDK, artık, Türkiye halklarının ve ezilenlerinin geleceğinin belirlenmesi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak vardır. Dolayısıyla, HDK, tarihsel Türk-Kürt birliğinin sürdürülmesinin yeni koşullarının toplumsal demokratik zeminini hazırlama üzerinden, Kürt sorununun adalet, eşitlik ve özgürlük temelinde barışçıl siyasi çözümünün de asli öznelerinden biri olmaya devam edecektir.
Bu seçenek ve yapılanmanın, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu süreç ve durum bakımından ne kadar acil ve yaşamsal bir ihtiyaca denk düştüğü de gözler önündedir. AKP-MHP bloğunun iktidarı altında, dönemsel/güncel kurumsallaşma biçimini kazanmış olan faşist devlet yapılanması ve yönetimine karşı mücadelenin ihtiyaçları ve başarısı için, HDK fikriyatı zemininde örgütlenmek bir zorunluluktur. Çünkü, HDK, Türkiye’nin örgütlü tüm emek, demokrasi ve özgürlük güçlerinin, sosyalistlerinin, kadınlarının, gençlerinin bir kongre yapılanması ve hareketi altında birliği demektir. Aynı anlama gelmek üzere, bu, demokrasi sorununu ve buna bağlı olarak yaşanan ve ağırlaşan sorunları, toplumu örgütlü hale getirerek, toplumun tabandan örgütlenmesine dayalı halk iradesinin gücüyle çözüme kavuşturma mücadelesi demektir. HDK, devlete karşı toplum; faşizmin kurumsallaşmasına karşı halkların ve ezilenlerin örgütlü birliği; demokrasiyi iktidara, devlete havale etmeden ve beklemeden, toplumun kendi bağrında demokrasiyi inşa etme gücü ve etkinliği demektir.
HDK, toplumsal ve politik kavrayış bakımından bir köklü zihniyet dönüşümünün ürünü ve sonucu olarak varlık kazanmış ve tarih sahnesine çıkmıştır. HDK fikriyatı, insanlığın binlerce yıllık demokratik birikiminin toplumsal bir sisteme dönüşebilmesine ve bunun mümkünlüğüne dayalıdır. Tüzüğünde de yer aldığı gibi, HDK; tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBTİ+ların, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği ortak bir dayanışma ve mücadele zeminidir. Bu, aynı zamanda, ezilenlerin ve halkların komünal demokratik yaşamının gerçeğe dönüştürülmesi ve egemen kılınması mücadelesinin de zemini demektir.
HDK, en özlü anlatımıyla, radikal bir demokrasi programıdır. Halkların eşitliği ve birlikte yaşamının ifadesi olan ileri bir demokrasi programıdır. Tüm demokratik muhalefet güçlerinin mücadele alanlarını ortak mücadele zemini olarak gören; Türkiye’nin tüm farklılıklarını, zenginliklerini kapsayacak, esnek, toplumun politik özgürlükler temelinde yeni bir toplumsal sözleşme oluşturma için yan yana getirme zemini güçlendirmek, HDK’nin politikası ve rolünün esasıdır.
HDK, tam da bu görüş açısından, ulus-devlete dayalı, demokrasi yoksunu Cumhuriyet’e ve onun kriz üreten tekçi yapısallığına karşı, çoğulculuğu esas alan kendi çözümünü;
Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesi hedefli toplumsal dönüşüm programı ortaya koyuyor. Türkiye’nin tüm halkları ve topluluklarını örgütlü demokratik toplum haline getirilerek ve bu temelde mevcut iktidara karşı mücadele edilerek Türkiye’nin demokratikleştirilmesini ve Kürt sorununun çözümünü sağlamak istiyor. HDK, başta Ermeniler, Lazlar, Romanlar, Asuriler, Rumlar, Pomaklar, Çerkezler, Türkmenler, Araplar, olmak üzere tüm etnik kimliklerin özgürce söz sahibi olması; coğrafyamızın farklı mezheplerinin barış içinde, demokratik inisiyatifler olarak örgütlenmesi için geliştireceği her türlü çabaya katkı sunmayı önüne koyuyor. Çok kültürlü, çok kimlikli, farklılıkları zenginlik olarak kabul eden, eşit koşullarda kendini ifade eden demokratik mekanizmalar kurarak, ezilenlerin ve halkların mücadele ve birlik iradesinin zeminini güçlendirmeyi birincil görevleri arasında kabul ediyor.
Demokrasi ve Cumhuriyet sorunu, ya da bunlar arasındaki kurucu ilişki ve biçim sorunu, siyasal ve toplumsal bir program konusu olarak HDK’nin varoluşuyla birlikte ortaya atılmış yepyeni bir olgu ya da hedef değildi kuşkusuz. Yakın dünya tarihi ölçeğinden bakıldığında, 20. Yüzyılın tüm zamansallığında sınıfsal ve ulusal temelli devrimci ve özgürlükçü halk kurtuluş mücadeleleri yürüten politik kolektiflerin ve cephesel birliklerin pek çoğunun program hedeflerine damgasını vuran başlıca içerik konuları olmuştur bu sorunlar. Örneğin, “Demokratik Cumhuriyet”, gerçekleşen pek çok devrimin kurucu paradigması olarak politik, toplumsal ve hukuksal/anayasal bir temel olma işlevi kazanmıştır. Keza, 20.Yüzyıldan devralınan gelenek sürekliliği kapsamında 21. Yüzyılın toplumsal ve ulusal kurtuluş temelli sınıf mücadelelerinde de karşılığını bulmaya devam etmektedir bu program talepleri. Nitekim, Türkiye siyasi coğrafyasının her iki parçasında da bu gelenekler, kendi özgün varoluş formları içinde demokrasi ve cumhuriyet mücadelesini sürdürmektedirler.
İşte, HDK tam da, bu devrimci ve demokratik kurtuluş ve özgürlük mücadelesi yürüten politik ve toplumsal halk güçlerinin gelenek birikimlerinin ve deneyimlerinin kapsanması, sahiplenilmesi ve yararlanılması görüş açısıyla kolektivize edilebilmiş bir birleşik yapı ve hareket olarak ortaya çıkmıştır. Elbette ki HDK’de varlık kazanan bu kapsayıcılık ve bir aradalık halinin aklı ve yöntemi, kendinden önceki bir arada oluş deneyimlerini gereksizleştirici, dışlayıcı ya da yok sayıcı bir tarzdan uzaktır. Ama onlara öykünme esasına dayanan ya da onları “sentez”leyen bir yaklaşım da değildir.
HDK, parti tipi bir yapılanma değildir örneğin. Bir aradalığının bünyesinde politik parti ve örgütleri de barındırması, ya da onların, HDK omurgasında etkin bir ağırlık taşıyor halinde oluşları, bu gerçeği değiştirmez. HDK, politik bir parti gibi davranmaz ve örgütlenmez. Kendini var edişinin, örgütleyişinin ve gelişiminin araçsal yapıları, politik parti ve örgütlerin bilinen ve kabul edilen temel biçimlerine dayalı değildir. Bütün bunları, halklara, ezilenlere ait kendi dışındaki varoluş gerçeklikleri olarak kabul eden ve reddedici tutumdan uzak duran HDK, kongre tarzı örgütlenmesini, “toplumsal öz örgütlenme” temeline dayalı kendi özgün varoluş anlamı da bunların karşısına koymaz. Ama örgütlenme ilkesi ve buna dayanan pratiğiyle de, ayırır kendini onlardan. Bu ilke, tek kelimeyle ifade etmek gerekirse; meclislerdir. Bu nedenle, HDK’nin örgütlenme modelinin temelini meclisler oluşturmaktadır. Meclisler, farklı alanlarda süregiden toplumsal kurtuluş mücadelelerini ortak bir zeminde birleştirebilmenin ve HDK’nin öngördüğü en geniş toplumsal örgütlenme ağını örebilmenin rasyonel bir biçimidir.
HDK, gerçek anlamıyla meclisler aracılığıyla örgütlenme dışında bir toplumsal varoluş inşa etmez, edemez. HDK, bir partinin “örgüt” olması anlamında örgüt değildir, bir “örgüt”ten ziyade, bir zemin, bir ağ ilişkisi, hareket ve tarzdır. Kongre tarzı örgütlenme ve birleşme hareketidir HDK. Meclisler tarzında örgütlenen toplumsal hareketin, en yerelden, en aşağıdan, en küçük gündelik toplumsal sorunların kolektif sahiplenilmesi ve çözümü üzerinden kazandıkları iradelerinin, birbirlerinden öğrenerek, dayanışarak, güç alarak, birleşerek kurdukları ağları buluşturan zemindir.
Kongre/kongreler, meclislerin meclisidir. İradelerini ve yetkilerini başka bir kuruma, ya da bireye, iradeye devretmeyen, aralarındaki ilişkinin yatay düzlemde kurulduğu, birbirlerine karşı altlık üstlük hiyerarşisini dışlanmış özerk ve özgün yapılardır meclisler. Halkın, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, ayrımcılığa uğrayanların kendi kararlarını kendilerinin aldıkları, uyguladıkları, denetledikleri özörgütlenme mevzileridir. Doğrudan demokrasi demektir bu. Toplumun politika yapmasının gerçek olanağı, siyasetin toplumsal demokratik temeline oturtulması, ya da aynı anlama gelmek üzere, demokratik siyasetin inşa edilmesi demektir.
Politikanın “dar anlamda” yapılışının biçimi olan partili tarzın temsili sınırlarını ve gerçekleşme olanaklarını aşan, bu anlamda “politika yapmayan” meclisler hareketinin toplumsal örgütlenme zemini olarak HDK, halkları “geniş anlamda” politika yapma iradesi haline getirme stratejisidir. Bu nedenle HDK’nin tüzüğünde politik iktidar hedefi yer almaz.
Ancak, HDK’nin felsefesinin, programının, örgütlenme anlayışı ve stratejisinin bütün içeriğinde ve çizgisinin ruhunda, politik iktidardan tarihsel anlamda daha “kıymetli” bir kurucu misyon taşıyıcılığı vardır: toplumsal devrimci dönüşüm yeniden ve yeniden hazırlığı ve “Yeni Yaşam”ın toplumsal inşası. Tarihsel gerçeklik ve onun güncel izdüşümleri göstermiştir ki; toplumsal yaşam ve buna dayalı siyasal sistem köy, sokak, mahalle, işyerinden başlamak üzere tabandan örgütlenmezse, ne demokrasi ne de özgürlükler kazanılabilir. Bu, politik demokrasinin devrim ve demokrasi güçlerince kazanılmasının gerçek zeminini döşeyen bir strateji olduğu kadar, devrim sonrasında da devam edecek radikal toplumsal dönüşümün görevlerine de hazırlanma ufkuna sahip bir kuruculuk misyonudur.
“Yeni Yaşam”ın önünü açacak bu kuruculuk, ‘alternatif toplumsal örgütlenme modeli’nin adım adım inşa çabası ve onun içeriğini demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplumsal zihniyet ve eylemin öz gücüyle doldurma kararlılığı demektir. HDK, politik olanı toplumsallaştırdıkça, toplumsallaşmış olanı politikleştirdikçe temel işlevini yerine getirebilecek ve böylece kuruluş amaçlarına emin adımlarla yürüyebilecektir.
*HDK Eşsözcüsü
Demokratik Modernite 31. Sayısı İçin Tıklayınız