“Tarihsel olarak pandemiler insanları geçmişlerinden kopmaya ve nasıl bir dünya istediklerini tekrardan düşünmeye zorladı… ölü fikirlerimizi, ölü nehirlerimizi ve arkamızda beliren dumanlı gökyüzünü de peşimizden sürükleyerek bu geçide girmeyi seçebiliriz. Ya da hafif bagajlarımızla, başka bir dünyayı hayal etmeye ve onun için savaşmaya hazır olarak, onun içinde yavaş yavaş yürüyebiliriz.”
Hintli yazar Arundhati Roy’un yukarıdaki alıntısının da izini süren 16-17 Ekim tarihli Halkların Demokratik Kongresi Sağlık Meclisi’nin düzenlediği “Pandemiler Yeni Yaşama Çağırıyor” sempozyumu, sözün eylemini henüz bitirmediğini göstermesi açısından oldukça değerli yükler yükledi heybemize. Sempozyum, kimi ‘gözlerden ırak’ ama yeni yollar, yeni sözler ve eyleyişlerin izini ısrarla sürenlerin ‘gözlerini diktiği’ bir çalışma olması itibariyle de kışkırtıcıydı. Yine Pandemi-Ekoloji, Pandemi-Emek, Pandemi Sürecinde Hak ihlalleri ve Ayrımcılık, Pandemi-Kadın ve Yeni Yaşam başlıkları altında sürdürülen iki günlük program, değerli sunumlar ve güçlü katılımlarla ufuk açıcı, umutvar kılıcıydı. Sempozyum, pandemi bağlamında sosyalizm mücadelesi, küresel anti-kapitalist hareketlerin damarları, devlet-iktidar-toplum ilişkileri, kapitalizm-doğa-emek-kadın-hapishaneler-yaşlılık-emeklilik-göçmenlik ve son olarak Yeni Yaşam başlıklarında kimi sadeleştirmeler, tespitler ve belirginlikler kazandırması yönleriyle verimli bir çalışmaydı. Bu anlamda sempozyum, “her yeni durumun/halin, doğru teorisi ve doğru pratiklerinin iç içe geçme zorunluluğunu açığa çıkardı” desek abartmış olmayız.
İklim krizi yeni mücadelelere çağırıyor
Yanı sıra insanın kendisine, emeğine yabancılaşma süreci olarak da değerlendirilebilecek kapitalizmin “yağma düzeni” aşamasında, doğa-insan dengesinde, doğa aleyhine yeni kırılmalar yaratmasının bir tezahürü olarak da tanımlanan Covid-19 pandemisinin, özel olarak ekolojik krizin sonucu olduğunun altının çizilmesi önemliydi. Buradan hareketle küresel ısınma, iklim krizi gibi süreçlerin ezilenler adına önümüzdeki yılların kader tayin edici mücadele başlıkları olduğu su götürmez bir gerçek. Artık insanlık, savaş ve yoksulluk pandemisinin sonucu ortaya çıkan küresel göç hareketlerinin üstünde seyreden iklimsel göçlerin varlığıyla karşı karşıya. İklim krizlerini tetikleyen faktörlerden olan endüstriyel tarımın yerküredeki arazilerin büyük bir bölümünde yapılmasına rağmen besin tedarik zincirindeki payının oldukça az; tersine dünyadaki arazilerin çok küçük bir bölümünde yapılan küçük çiftçilerin üretiminin besin ihtiyacını karşılama oranının yüksek olduğunun tespiti de oldukça çarpıcıydı. Bu tespitle birlikte, azami kâr ve sermaye birikimine dayanan kapitalizm, hakikat kırım düzeninin en yalın ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. “Hileli ve gerekli olmayan meta üretim sistemi” olarak kendisini örgütleyen kapitalist modernite, sadece ekonomik olarak değil zihniyet, toplumsal ve kültürel inşa özelliklerini de öne çıkarıyor. Kapitalist modernitenin inşa düzeyinin ulaştığı kapasite, demokratik modernite mücadelesinin kendisini var kılacağı kapasiteyi de belirliyor. Son yıllardaki neoliberal politikalarla iklim krizinin derinleşmesi arasında seyreden paralellikler ise “Yeşil Kapitalizm” aldatmacasına inat, “Halkların İklim Zirvesi” gibi yeni küresel buluşmaların, karşı koyuşların tarihselliğini, gerekliliğini ve aciliyetini zorunlu kılıyor.
‘Kök nedenlerin’ ortadan kaldırılması
Küresel kapitalizmin, “metanın üretim hızına ve tüketimine” dair müdahaleleriyle doğaya oldukça yüklü faturalar çıkardığı tespiti de kayda değerdi. Yine bu müdahalelerin gerektirdiği tartışmalar ve hazırlıklar bağlamında Hitler faşizminin toplama kamplarını andırırcasına emekçilerin aileleriyle birlikte “izole çalışma alanlarına” hapsedilmesiyle toplumsal doğaya çıkarılacak olası yeni faturalar ise “felaket kapitalizmi” tanımını tam da yerli yerine oturtuyor. Sempozyumun ifadesiyle kanserleşen toplum ve can çekişen doğa gerçeğini doğuran “kök nedenlerinin” ortadan kaldırılması vurgusu, “salgının tıbbileştirilmesi” çarpıtmasına önemli bir cevap niteliğindeydi. Toplumsal-siyasal bir devrimin izini sürmek olarak da ele alınabilecek bu tespitler, bizleri sermaye tekeli düzeniyle daha doğrudan karşılaşmalar ve yüzleşmelere de çağırıyor. Aksi durumda pandemilerin kök nedenleriyle yüzleşemeyenler ve sonuçlarının peşine takılanlar olarak, sömürü düzenini ortadan kaldıranlar değil, onun kendisini yeniden yeniden üretmesinin aracıları olacağız. Bu yönüyle tarihsel özgürlük hamlelerini gerçekleştirme olanaklarının ve “kapitalizmin mezheplerine” dönüşme risklerinin de bir o kadar güçlü olduğu zamanlardayız.
Yeni devrimler için kurucu bir süreç mi?
Sempozyumda öne çıkan tartışma başlıklarından birisi de pandemiyle başlayan yeni sürecin kapitalizm karşıtı yeni isyanlar, yeni devrimler için bir kurucu sürecin olanaklarını yaratıp yaratmadığı ya da ne düzeyde yarattığı üzerineydi. “Salgın proletaryası, yeni proletarya, bilgili proletarya, endüstri 4.0 proletaryası, kadın proletarya ve göçmen proletarya” gibi adlandırmalar üzerinden yapılan özgün tespitler, yeni devrimlerin öznelerinin somutlanması çabası olarak da görülebilecek fikri işçilik pırıltılarıydı. Yine pandeminin yarattığı varoluş-yokoluş ikileminin toplumsal-politik atmosferini de hesaba katarak günümüz emekçi sınıfı için yapılan “tarihin gördüğü en yetenekli ve inançlı sınıf” tespitini, yüzyılımızın sınıf mücadelesi için dikkate değer biz izlek olarak görmek gerek. Özellikle kadın proletarya ve göçmen proletarya okumaları, mevcut ulus devletlerin sınırlarını aşan ve anlamsızlaştıran yeni mücadele birikimlerinin, merkezlerinin aktığı yerleri işaret etmesi açısından da yol göstericiydi. 21. yüzyıl devrimlerini besleyen, canlı tutan ana damarlardan birisi olması itibariyle Kürdistan devrimine bu genel okumalar paralelinde yeni önermeler yapılması da Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu ve dünya devrimlerinin de kendi aralarındaki sınırlarının anlamsızlaştığını, yerel ve evrensel çözümlerin iç içe geçtiği hatırlatması bağlamında özel bir yerde duruyor. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketinin dayandığı taban gerçekliği ve mobilize etme gücü de gözetilerek göçmen proletarya hareketine içerik ve derinlik kazandırması gerektiğinin vurgulanması not edilmesi gereken başka bir başlık olarak öne çıktı. Buradan hareketle Kürt meselesinin sınıfsal karakteri, ‘göçertilmiş halk’ olmanın doğal sonucu olarak göçmen proletarya kategorisinin en tepesinde bulunan halklardan birisi olması ve diğer göçmen halkların emekçileriyle iç içe geçme kapasitesi nedeniyle Kürdistan özgürlük devrimine yeni görev alanları, misyonlar yükleniyor. Bu yeni edimler ve yeni uğraklar, Kürt meselesini kendi içinde tecrit ederek çözümsüz bırakan sömürgeciliğe karşı, halkların savaş muhataplığını değil barış ve çözüm muhataplığını güçlendiren bir hat çizmesi itibariyle son derece önemlidir.
Kapitalizmin sefaleti ve Yeni Yaşam
İki günlük tartışmaların en sonuncusu olan Yeni Yaşam oturumunda pandeminin ortaya çıkmasıyla birlikte insanlığın daha köklü ve derin bir şekilde kapitalizm, devlet, iktidar, bürokrasi gibi başlıklarda sistemsel sorgulamalar içine girdiği gerçeği üzerinde duruldu. Özellikle Sovyet bloğunun yıkılmasıyla birlikte kendisini ideologları aracılığıyla ezeli ve ebedi ilan eden kapitalizmin, özünde “kâğıttan bir kaplan” ve krizler üreten bir düzensizlik düzeni olduğu tespitlerinin güncellenmesiyle yeni tarihsel eşikler aşımına kapı aralıyor pandemi süreci. Benzer şekilde karşısında konumlanan demokratik modernite güçlerini de zihniyet, toplumsallık-siyasallık ilişkisi, örgütsel mücadele mekanizmaları gibi konularda ele alan bir yeniden kuruculuk faaliyetleri de kaçınılmaz görünüyor. “Dışsal” olanı oldukça net olarak tarifleyen ancak dışsal görünenin kendisine ne düzeyde içkin olduğu meselesini müphem bırakan demokratik-devrimci hareketlerin açmazlarını daha açık yüreklilikle masaya yatırması, pandeminin alametifarikalarından birisi olarak öne çıkıyor. Kapitalizmin ve ulus devletli dünyasının toplumsal doğanın esnek, kolektif ve yaratıcı zekasını adeta felce uğratan merkeziyetçiliğinin ve iktidarcılığının karşısına yine merkezi ve iktidar üreten mekanizmalarla dikilmek, en hafifinden yeldeğirmenleriyle savaşmak romantizmi ve naifliği oluyor. Bahsi geçen mekanizmaların, demokratik ve özgür yaşamı mümkün kılacak araçlar olmamaları bir yana, elindeki güç kapasitesinin devletli uygarlığa göre oldukça cılız olması, yeni yaşamın yeni yollara, araçlara açılmasını zorunlu kılıyor. Bu minvalde sempozyum, “Hareket fikriyatı, toplumsal-siyasal alan ilişkisi, komün, meclis, kooperatif” gibi açtığı başlıklarla yeni yaşama ve mücadele formlarına davet ediyor. Özellikle yeni yaşamın tüm dile geliş halleri ve harekete geçiş tarzlarının erkeklik üreten her türden mekanizma, ilişki ve formlara tavır almakla mümkün olduğunu vurgulayan sempozyum, yeni yaşamın ancak ve ancak özgür kadın hareketinin kuruculuğunda mümkün olabileceğini göstermesi itibariyle de yön tayin ediciydi. O nedenle herhangi bir karşıtlaştırma aralığına hapsolmadan ve bu tuzağa düşmeden HDK’yi örgütler toplamı, kurumlar kurumu olarak değil; Rojava Özgürlük Devrimi deneyimindeki sunumda belirtildiği üzere bir süreç, öz ihtiyaçlar üzerinden öz yaşamın örgütlenmesi, kendini ahlaki ve politik bir toplum kılma/gerçekleştirme ameli olarak değerlendirmek aydınlatıcı ve ilerletici olacaktır.
Sözün eylemi, eylemin devrimi
Dolayısıyla pandemi sürecini, demokratik halk devrimleri zeminine ve bu devrimlerin teorik inşasına duyulan ihtiyaçların derinleşmesi süreci olarak da ele almak pekâlâ mümkün. Yanısıra bu süreci ideolojik, teorik, ahlaki, politik, toplumsal ve örgütsel olarak yıkıcı ve kurucu faaliyetlerin biriktirildiği büyük altüst oluşlar, devrimler şafağı olarak da görmek mümkün. Bir başka ifadeyle demokratik modernite güçlerinin zihinsel, ideolojik, politik ve toplumsal birikim süreci olarak da tariflenebilir. Yine sempozyumun gösterdiği üzere kapitalizm ve ulus devletlerle halkların ilişkisi açısından pandemi, bir kopuş sürecini de kendisiyle birlikte örgütlüyor. Yerleşik ve neredeyse sorgulamadan hayata geçirdiğimiz yüzlerce edimimizi tekrar etmemekle işe başlamak, yıkıcılık ve kuruculuk açısından o kadar ezber bozucu ki… Bir an için düşünelim; milyonlar elektrik, su, doğalgaz gibi insanca yaşamın ilk halkalarından olan gereksinimlerinin karşılığında fatura ödemeye itiraz ediyor. Tarih, “benim olanı, benim ürettiğimi bana satamazsın” diyen yoksulların, barınamayanların ve işsizlerin sivil itaatsizliklerine tanıklık ediyor. Ne kadar heyecan verici değil mi? Belki de sempozyumda dile getirilen ve ihtiyacı duyulan “imdat frenini çekmek” bu türden yeni ve kitlesel eyleyişlerle mümkün olacak. İşte yeni yaşamı muştulayan da bu yeni pratikler, yeni kopuşlar ve yeni geçitler olacak. Kapitalizmin krizlerinden halklar ve ezilen kitleler lehine yeni fırsatlar da buralardan doğacak. “Tarihsel olarak her salgın dönemini lehe-aleyhe en büyük kırılma dönemleri” olarak kabul edip, bu fay hatlarına, çatlaklara daha fazla odaklanmak, vurmak ve kulak kabartmak zamanın gerekliliklerindendir.
Son olarak iki günlük tartışmaların özünü kavramsal, kuramsal, politik ve toplumsal çerçeveye kavuşturma ve örgütlü mücadeleyi bu çerçeveye içerme bağlamında kader tayin edici bir politik özne olan Öcalan üzerindeki tecrit ve işkence sistemine karşı mücadelenin gerekliliğine, önemine ve öncelliğine vurgu yapılması sempozyumu anlamlı kılan bir başka boyuttu. Bu vesileyle tekrardan emeği geçen tüm dostların, yoldaşların emeğine, yüreğine, zihnine sağlık diyoruz. Ve sempozyumdan kalan: ne iyi etmiş de doğmuş HDK/HDP; İNATLA ve İNANÇLA, YİNE ve YENİDEN HDK/HDP!
Via/Gazete Karınca