Pandemi süreci öncesinde de önemli tartışmalardan biri olan istismar yasası son dönemde de Türkiye gündeminde tepki toplamaya devam etti. İstismar yasasının sürekli olarak gündeme taşınıyor olması bir yanıyla çocuk hakları konusunu genel anlamda ele almayı gerektiriyor. Aynı zamanda LGBTİ+’lara dönük nefret söyleminin arttığı bu süreç bir bütün olarak haklara dönük saldırılara tanıklık etmemize neden oluyor. Tüm bu başlıkları Meclislerin Sözü canlı yayınında Çocuk Hakları Aktivisti Hatice Kapusuz ve Kaos GL’den Remzi Altunpolat ile birlikte değerlendirdik.
LGBTİ+’lara dönük nefret söylemleri salgın döneminde de hız kesmeden devam etti. Hatta Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Ramazan ayının ilk cuma hutbesinde LGBTİ+’ları hedef alarak İslam dininde lanetli olduğuna dair bir söylemde bulundu. Aslında dünyanın farklı yerlerinde de koronavirüs salgını ile LGBTİ+’lar arasında bir ilişki kurulmaya çalışıldı. Bu söylemleri nasıl yorumlamalıyız?
Remzi Altunpolat: Aslına bakarsak bu şaşırtıcı değil. Dünyanın farklı yerlerinde de salgın hastalıklar tanrının bir gazabı ya da laneti olarak görülüyor. Özellikle dinci, sağcı diyebileceğimiz kimi yapılanmalar tarafından böyle ifade edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu İsrail’de de böyle, Amerika Birleşik Devletleri’nde de böyle. LGBTİ+’lar her zaman lanetli olarak görülen, bu hastalıkların yayıcısı olarak görülen unsurlar olarak kodlanıyor. Düşünün ki Sodom ve Gomore hikayeleriyle, Lut Kavmi hikayeleriyle büyümüş bir toplumda bu çok işlevsel bir dil. LGBTİ+’ların ötekileştirilmesinde oldukça işlevli bir kurgu olarak tekrar gündeme getiriliyor. Zaten hastalık kurgusu ile LGBT kurgusu arasında ideolojik düzlende her zaman kurulan bu bağ şimdi bir kez daha karşımıza çıkıyor ve derinleştirilmiş oluyor.
Türkiye’de son 7-8 yılda, belki özellikle de Gezi İsyanı dolayısıyla LGBTİ+’ların daha görünür olmaları siyasal iktidarın düşman kurgusu içinde LGBTİ+’lara da artık yer vermesini gerektirdi. Daha öncesinde LGBTİ+’lar küçük, etkisiz, alay edilebilecek, dikkate alınması gerekmeyen unsurlar olarak görülürken şimdi direkt etkin düşman kategorisi içerisine sokuldu. Dolayısıyla nefret söylemi yıllar içerisinde arttı. 2009’dan itibaren ivmelenmeye başlayan ve 2013 sonrasında, LGBTİ+’ların genel olarak politik ve kamusal alandaki görünürlükleri dolayısıyla giderek artan bir düşmanlaştırma, şeytanlaştırma politikasının sonuçlarından biri.
Çocuk yaşta evliliğin önünü açmak, cinsel istismar suçlarına dönük af düzenlemeleri gibi konular sürekli önümüzde duruyor. Kesinlikle mücadele edilmesi gereken konular olmasıyla birlikte çocuk hakları bağlamında nasıl değerlendirmeliyiz?
Hatice Kapusuz: 2016’dan beri gündemimizde olan bir düzenlemeden bahsediyoruz. Aile Bakanlığı henüz Aile Bakanlığı olmazdan evvel kadın örgütlerinin meclisle çalışabildiği, yasama süreçlerine dahil olabildiği, kadınlarla ve çocuklarla ilgili hakları garanti altına alacak yasal düzenlemeleri yapabildiğimiz bir süreç yaşadık. Son 7-8 yıldır bu yasal güvencelerin tehdit altında olduğunu, kadın kazanımlarının hedef tahtasında olduğunu görüyoruz. Bir dönem imam nikahının resmi sayılmasıyla ilgili bir tartışma oldu, bir dönem idam ve hadım tartışmaları bu düzlemde ortaya çıktı.
17 yaşındaki çocuk tabi ki gençtir ve bir çok şeyi yapabilir ama 0-18 yaş çocukları yetişkinlerden korumak için belirlenmiş bir statü. Bu statünün belirlenmesinin sebebi bu yaş aralığında çocukların hem bedensel, hem zihinsel, hem ruhsal gelişiminin devam etmekte olduğu bir süreç olmasından kaynaklı. Yapılmak istenen düzenlemeler sürekli bu yaş aralığına yönelik. 12 yaş itibariyle ergindir ve evlenebilir gibi bir söylem var. Bir çocuğun ergenliğe başlaması, cinselliği keşfetmesi onu yetişkin yapmaz. Bir diğer mesele de failin çocukla evlenmesi meselesi. Bu yasal düzenlemelerin hiçbiri akran iki çocuğun birlikte cinselliği deneyimlemesini, iradi ya da sevgi bağıyla yaptıkları bir eylemi kesinlikle içermiyorken bir yetişkinin, çocuğu istismar etmesi durumunda evlilik bağı ile ceza almayacağına dair bir düzenleme isteniyor. Bu ataerkil, yetişkin erkek dünyasının çocuğa saldırmasını sembolize eden bir şey.
Çocuk Yaşta Evlilik
Çocuklar akranlarıyla cinselliklerini keşfedebilirler, yaşayabilirler. Ama bu evlilik gibi hem sosyal, hem ekonomik, hem cinsel bir sürü unsuru olan bir yapının içine çocuğu sokmayı gerektirmez. Erken yaşta zorla evlilik o çocuğun kendi özerkliğini elde edememesi demek, eğitiminin yarıda kalması demek, şiddete maruz kalması demek. Çocuğun şiddetli bir evlilik içerisinde olmasını meşrulaştırmaya çalışırken çocuğun iradi olarak, gelişimsel olarak ihtiyaç duyduğu tanışıklığa, keşfetmeye izin verilmiyor.
Dünyaya baktığımızda aralarında 2-3 yaş fark olması durumunda cinsel deneyimlerin makul olduğuna, akranlar arasında sayılabileceğine dair bir yaklaşım var. Biz bir önceki tartışmada 15 yaş gibi bir fark gördük. 15 yaş çok büyük bir yaş farkı. 14-15 yaşındaki bir çocuğun, 30 yaşındaki bir yetişkinle kurduğu ilişkiyi düşünün. 5 yaş bile olsa çok manipüle edici olabilir. Dolayısıyla burada çocuğu korumayan, çocuğu korumadığı gibi faili koruyucu bir yaklaşım görüyoruz. Çocuğun hem gelişimsel ihtiyacını görmezden gelen, hem de çocuğun iradi olarak ortaya koyabileceği davranışlardan ziyade tahakküm altında bir ilişki içerisine alınmasına yol açabilecek bir davranış biçimi var. Bu da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretecek bir durum.
Şunu da eklemek gerekiyor ki istismara uğrayan oğlan çocuklarına dair hiçbir düzenleme yok. Halbuki çok büyük sayıda oğlan çocuğu istismara maruz kalıyor. Sadece istismara maruz kalan kız çocuğu ve fail olan yetişkin adamlar arasındaki duruma dair bir şey var. Açıkçası bu da oldukça düşündürücü.
Çocukların özne olabilmesi, aile içerisinde bir birey olarak kabul edilmesi açısından Türkiye’nin karnesi nasıl? Kız çocukları ya da erkek çocukları olarak ayırt etmeden düşünürsek çocuklarla ilişkimiz ne durumda?
Hatice Kapusuz: Bu soru üzerine aklıma gelen bir şeyi paylaşmak istiyorum. Bir süre önce Saadet Partisi’nden Fatih Erbakan, “Babaannelerimiz de erken yaşta evlenmiştir.” diye bir açıklamada bulundu. Yani kız çocuğunu erkenden alıp böylelikle eğiteceksin gibi bir motivasyonu var bu söylemin. Yasalar için de “çocuk istismarı değil, genç evlilik” diye bir söylemleri var.
Elimizde iki tane veri var. Bizden önceki kuşaklar erken evlendirilmişler ve bu hayat hem cinsel açıdan, hem şiddet açısından acılı bir hayat. İkincisi de genç evliliklere bakacaksak, oradaki mağduriyeti ortadan kaldırmayı istiyorsak tüm çocukları cinsel istismara açık durumamı getireceğiz? Fakat tüm bunların zeminlendiği yer aslında şiddet olgusu. Güçlü olanın, güçsüz olan üzerinde tahakküm kurmasını, şiddet uygulamasını meşru kılacak her tür ilişkilenme biçimi bu yasal düzenlemeleri talep etmenin zeminini oluşturuyor.
“Çocuklar hiyerarşik yapının en altında”
Çocuklar hanelerde biçimlendirilebilir, dövülebilir, kızılabilir, azarlanabilir olduğu sürece ya da öğretmen-öğrenci ilişkisinin, devlet-toplum ilişkisinin bu kadar hiyerarşik olduğu bir noktada çocuk en altta olan oluyor. Bu kadar şiddetli ve gücü öven bir toplumsal yapı olunca herkes en yakınındakine o şiddeti ve gücü yöneltiyor.
Haneler açısından baktığımızda da özne olma meselesi aslında her zaman için şiddet üzerinden ilerlemiyor. Çocuğun bir proje, gelecek yatırımı haline geldiği ilişkilenme biçimi de ihmali doğurabilir. Çocuğun ihtiyacı olan oyun oynamaktır, akranlarıyla vakit geçirmektir. Ama biz çocuğu o etütten bu etüte, o dans kursundan bu dans kursuna yollayıp duruyorsak çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarından ziyade ebeveynlerin ihtiyaçlarına yönelik bir yaklaşımımız var anlamına geliyor.
Ergenliğe geçiş bir yanıyla cinsel kimliğini bulmanın da dönemi. Özellikle kız çocuklarını hedef alan bu yasal düzenlemeleri başka bir açıdan ele alırsak tanımlanmış bir cinsel kimlik de söz konusu. Tartışmaları bu yanıyla nasıl ele almak gerekir?
Remzi Altunpolat: Çocukluğun bir tarihi, sosyolojisi var. Çocuk kategorisinin icad edilip edilmediğine dair tartışmalar var. Dolayısıyla her dönemdeki çocukluk algılarının da farklı farklı olduğunu görmek lazım. Bir evrensel çocuk kategorisinden de bahsedebilmemiz bana mümkün gözükmüyor. Ama bugün itibariyle, yani şiddet, hiyerarşi, istismar ve tahakküm biçimleri açısından baktığımızda kız çocuklarına, oğlan çocuklarına, trans ya da interseks çocuklara ne tür hiyerarşi, baskı uygulanıyor belki de tek tek incelemek lazım.
Yasada LGBTİ+ çocukların ifade edilmemesi aslında şaşırtıcı değil. Çünkü başka başka yasalarda dahi LGBTİ+’ları görünmezliğe hapseden bir hukuk anlayışı var. Dolayısıyla siz orada oğlan çocuklarının istismarı meselesini gündeme getirirseniz toplumda eşcinsel arzunun olduğunu, insanların hemcinsleriyle ilişki kurabileceğine dair bir algıyı da beraberinde getirecek.
İki Yüzlü Ahlak Anlayışı
Seks işçiliğini düşünelim mesela. Kanunlarda fuhuş özellikle bir kadın ve erkek arasında icra edilen bir şeymiş gibi tanımlanır. “İki erkek arasında olabilir mi? İki kadın arasında olabilir mi?” diye yola çıkarak kanunlara koymak asla düşünülmez. Özellikle dışarda bırakılır ki insanların zihninde hemcinslerin birbirini arzulayabileceklerini ya da ikili cinsiyet sistemi dışında farklı cinsel pratiklerin olabileceğini de görünmez kılmakla alakalıdır. Ama oğlan çocuklarının istismarı meselesi vaki. Bunu hepimiz şu ya da bu biçimde biliyoruz. Bununla ilgili yapılmış çeşitli araştırmalar var, sağlıklı olmasa da bize fikir verebilecek kimi istatistikler karşımıza çıkabiliyor.
İstismar meselesinde karşımıza çıkan problemlerden biri de muhafazakar düşünce yapısının iki yüzlü ahlak anlayışını gözler önüne sermesi. Çünkü muhafazakar söylemde sıklıkla eşcinselliğin pedofiliyi yaygınlaştırdığına dair bir iddia vardır. Bir yandan eşcinselliğin pedofiliyi doğuracağı iddiaları varken diğer yandan kız çocukları üzerinden pedofiliyi meşrulaştıracak düzeyde yasal düzenlemelere imza atılıyor.
Pandemi sürecinde bir anlamda evlere kapanmış olduk. Bundan kaynaklı kuşatılmışlık hissini en çok kadınlar ve çocuklar yaşadı diyebiliriz. Hem çocuklar açısından bu dönem neler yaşandı hem de LGBTİ+’ların sağlık imkanlarına erişimeme, salgına ilişkin söylemlerin hedefi olma gibi sorunlarının yanında neler yaşandı?
Hatice Kapusuz: Pandemi süreci devletin kamusal sorumluluklarını kadınlara, çocuklara, yaşlılara, göçmenlere, yoksullara karşı yerine getirmediği bir süreç oldu. Kadınlar bağlamında şiddet, çocuklar bağlamında eğitim, yaşlılar bağlamında eve kapatılma süreçleri... İlk önlem çocuklara dair alındı. Uzaktan eğitim ve sokağa çıkma kısıtlaması bakımından. Bilmediği bir şeyle karşılaşıyor çocuklar. Özellikle de soyut kavramları gelişmemiş çocuklar için çok zordu. Onları bilgilendirmeyle ilgili ciddi bir eksiklik oldu. Eğitim sürecine baktığımızda, uzaktan eğitimin haneden haneye bile erişilemez bir eğitim sistemi olduğu ortaya çıktı. Sadece okulun açılıp kapanmasıyla ilgili bir mevzu gibi ele alınıp önlemi bu düzeyde bırakan, buradan doğan ihtiyaçlara da cevap vermeyen bir süreç oldu.
İnfaz yasasıyla hem şiddet faillerinin, hem istismar faillerinin dışarı çıkabilmesi ya da cezalarının azalması durumuyla çıkan kişilerin kız çocuğunu öldürmesi, şiddet uygulaması, benzeri suçlara karışması gibi durumları yaşadık. Aslında kadınları ve çocukları ne kadar gözardı eden bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuzu görmüş olduk.
Pandemi Sürecinde Şiddetle Mücadele
Kadınlar açısından bakacak olursak Türkiye’ye gelmezden önce İtalya, İspanya gibi örneklerde şiddetin artıyor olduğunu görmüştük. Sadece şiddetin arttıran değil, şiddetle ilgili mekanizmalara erişim olanaklarını da daraltan bir şey pandemi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bu konuyla ilgili 183 diye bir hattı var. Yetişkin erkekler dışında herkese açık bir hat. Yaşlılar da, çocuklar da, engelliler de arayabiliyor. Kadın örgütleri de şiddete yönelik özgün bir hattın olması gerektiğini söylüyorlar. Sonuçta şiddete maruz kalmış bir çocuğun ihtiyaç duyduğu sosyal destek ile şiddete maruz kalan kadının ya da engellinin ihtiyaç duyduğu destek farklı. Ama bu sorunu çözmeye çok da gönüllü olmadıkları için böyle göstermelik bir hatta sahipler. Bununla birlikte şiddet oranının düştüğüne dair veriler yayınladı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı. Tabi bunlar çok ironik kalıyor. Çünkü hem 6284’ün hem de İstanbul Sözleşmesi’nin hedefe konulduğu bir süreç de yaşıyoruz. Dolayısıyla şiddetle mücadelenin olanaklarına da saldırıldığı bir pandemi süreci yaşıyoruz diye özetleyebiliriz.
Remzi Altunpolat: Bazen LGBTİ+ diyerek aynı torbanın içerisine atıp değerlendirmemek lazım. Aslında burada farklı farklı özneler var. Bu süreç içerisinde özellikle trans kadın seks işçilerinin durumunu dile getirmek istiyorum. Zaten formel bir emek piyasasında çalışmıyorlar, enformel olarak çalışıyorlar. Bu enformel piyasa içerisinde gündelik olarak para kazanabiliyor ve hayatını idame ettirebiliyor. Bütün bu pandemi süreci içerisinde trans kadın seks işçilerinin hayatlarını sürdürebilmek açısından büyük bir problemle karşı karşıya kaldıkları çok açık.
Meseleyi sadece sağlığa erişim veya aile içerisinde maruz kalınan şiddet açısından değil aynı zamanda tüm LGBTİ+’ların bu pandemi sürecinde çalışma hayatlarında ve çalışma koşullarında neler olduğu üzerinden de değerlendirmek gerekiyor. Hem sağlığa erişim açısından, hem emek piyasasına katılım açısından, hem istihdam açısından, hem şiddete uğrama açısından baktığımızda LGBTİ+’lar zaten çok uzun süredir güvencesiz olarak en kırılgan kesimlerin başında geliyor. Bunun içerisinde LGBTİ+ çocuklar dediğimizde de dolayısıyla en dıştaki kesimi oluşturacaktır.
LGBTİ+’ların bütün hikayelerinde şu ya da bu biçimde illa ki bir fiziksel şiddet olmak mecburiyetinde değil. Pandemi sürecindeki böyle bir kapanma haliyle LGBTİ çocukların yaşayabileceği şiddetin ağırlık derecesinin artmış olma ihtimali çok yüksek. Ayrıca LGBTİ+ çocukların bir araya gelebilecekleri, sosyalleşebilecekleri ortamlar zaten sınırlı. Pandemi ile birlikte bütünüyle ortadan kaybolmuş durumda.
“LGBTİ örgütleri çalışamaz hale getirildi”
Sağlığa erişim açısından da örneğin trans ya da interseks çocuklar açısından ele alalım. Sadece çocuklar açısından değil yetişkinler açısından da değerlendirirsek belli psikolojik destek süreçleri var, bekleyen kimi ameliyatlar var. Bütün bu süreçler de ötelenmiş oldu. Normalde zaten ayrımcılığa uğrayabilecekleri düşüncesiyle LGBTİ’ler hastanelere gitmekte çekingendirler. Yeri geldiğinde hastaneye gidebilmek zorlu bir karardır. Pandemi sürecinde zaten hastaneye gidemezken ulaşabilecekleri sağlık hizmeti sunucuları da yok. Bu süreçler güvencesiz ve kırılgan olan LGBTİ’lerin bu kırılganlıklarını derinleştiren durumlar olarak karşımıza çıkıyor. Yani hem istihdam boyutu, hem şiddet boyutu, hem sağlığa erişim boyutu, hem de diğer haklara erişim boyutu açısından o kırılganlığı arttıran süreçler. Şu an LGBTİ örgütleri zaten çalışamaz hale geldiklerinden danışmanlık hizmetine nasıl erişecek LGBTİ’ler. Mülteci LGBTİ’ler meselesi ise zaten ayrı bir biçimde ele alınması gereken konulardan biri. Mülteci LGBTİ’ler sadece devlet kaynaklı ya da bulundukları ülkenin vatandaşları açısından değil bizatihi kendi içinde de ayrımcılığa uğruyorlar. Pandemi sürecinin LGBTİ mülteciler açısından yaratacağı sorunları da düşünmek gerekiyor.
Haziran ayındayız ve aynı zamanda onur ayındayız. Bu süreçte neler planladığını da son bir soru olarak sormuş olalım.
Remzi Altunpolat: LGBTİ+ örgütlerinin ortak bir kararı çerçevesinde şekillenmiyor. Her bölgedeki ve her ildeki LGBTİ örgütleri kendi programlarını oluşturuyor. Özellikle büyük yürüyüşlerle gerçekleştirilen onur haftasında muhalafetin farklı bileşenleri LGBTİ’lerle nasıl ortaklaşabilir diye belki düşünmek lazım. Acaba biz de bir sendika, parti, yapı veya dernek olarak bütün bu saldırılar varken neler yapabiliriz diye düşünmek gerekiyor. Dayanışmayı bir söz olmaktan çıkarıp bir eylem haline getirme adına farklı farklı özneler ne yapabiliriz diye düşünmeliler.
Muhafazakarlaşmaya, otoriterleşmeye karşı topyekün bir özgürleşme mücadelesi LGBTİ+’lar olmadan olabilecek bir şey değil. Toplumsal muhalefetin diğer özneleri böyle bir ham hayalin içerisinde olmamalılar. O nedenle ajandalarla, gündemlerde yer almak durumunda. LGBTİ’ler konusunda konuşmadan, LGBTİ’leri dile getirmeden başka bir hat üzerinden yürürüz demek, aslında muhafazakarlaşmaya ve otoriterleşmeye karşı mücadelenin sac ayaklarından birini eksik bırakmaktır. Bu da aslında muhalefetin gelişme, büyüme imkanlarını da ortadan kaldırır. Bu açıdan da değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.