Ne yaparsanız yapın özyönetim talebi bu mecliste ve heryerde söylenmeye devam edecek

05.03.2016
Ertuğrul Kürkçü, HDP adına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesini değerlendirdi: “Şimdilik nispeten sert biçimlere bürünmüş olması özyönetim talebini gözden düşüremez. Öz yönetim ve kendi kendini yönetme talebi Türkiye’nin geleceğinin asli modeli olarak hepimizin önünde yükseliyor. Belki de, bizleri susturmak, bizleri bir daha bu Mecliste konuşamaz hâle getirmek isteği bundandır. Ama ne yaparsanız yapın, nasıl yaparsanız yapın bu talep geleceğin yükselen sınıflarının, emekçilerin talebi olarak, Kürt halkının talebi olarak bu Mecliste ve her yerde söylenmeye devam edecek."

Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesi üzerine partimizin tutumunu açıklamak için buradayım.

Doğrusu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesini incelediğim zaman, kendi kendime “Sayın Güldemet Sarı’nın yerinde hiç olmak istemezdim” diye düşündüm . Çünkü Bakanlığın görev alanı Türkiye’de ne varsa kapsıyor: Yani Türkiye’nin doğası, akarsuları, toprakları ve insani coğrafyasının şekillendirdiği bütün yapılar ve bunların içerisinde yaşayan insanların hayat ve geleceklerine dair sorumluluklar. Ancak, Bakanlığın bütçesine dikkatle bakınca, genel bütçe içerisinde sadece binde 2 kadar bir güce sahip. Bu, şu manaya gelir pratikte: Aslında, bütün devlet güçleri yani diğer bakanlıklar ve bütün sermaye sahipleri karşısında Türkiye’nin en güçsüz, en savunmasız Bakanlığıdır. Oysa, üstesinden gelmesi gereken meseleler hayatidir; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kendisine yasayla verilmiş olan görevleri yerine getiremezse, Türkiye’de canlı yaşam, kaliteli bir kent yaşamı, insanların ortak yaşantılarının fiziki mekânları çökmeye mahkûmdur. Bu açmaz karşısında hakikaten çaresiz bir Bakanlıkla yüz yüzeyiz.

Ancak, doğrusu, ben bütün bu meselelerin sadece Sayın Bakana ve onun Bakanlığına bırakılmış olduğundan o kadar emin değilim. Doğrusu, çevrenin ve kentin düzenlenmesine ilişkin bütün ticari, inşaata yönelik, müteahhitlik hizmetlerine yönelik işlemlerin kendisi dışındaki pek çok merkezden takip edildiğini, Cumhurbaşkanlığından Başbakanlığa kadar bütün bu alanlarda birden çok otoritenin Çevre ve Şehircilik Bakanlığının başının üzerinden aslında bütün bu süreçlere hâkim olduğunu ve yönettiğini biliyoruz. O yüzden, doğrusu, Türkiye’de hem çevre -ya da daha doğru bir tanımla ekolojik sistem- hem de kentsel alan bütünüyle piyasanın kendiliğinden vahşi işleyiş kurallarına tabidir; hiçbir güç tarafından yönetilmemekte, denetlenmemektedir. Bütün denetlenme teşebbüsleri de aslında teşebbüsün başında akamete uğramaktadır. O nedenle, şimdi karşı karşıya kaldığımız ekolojik felaketler, büyük kentsel felaketler Sayın Bakanı aşan meselelerdir ama tabii ki onun bu alandaki sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

İkincisi, Hükûmet programıyla “Türkiye’nin 2023 hedefleri” denilen hedefler ile çevre ve ekoloji arasında tam bir çatışma vardır. “Türkiye’nin 2023 hedefleri” dediğiniz şeyler, esasen bir bütün olarak inşaat sektörünün daha güçlü işleyişine, otomotiv sektörünün daha güçlü işleyişine ve bunların ihtiyaçlarına uygun altyapı ve donatıların yerleştirilmesine bağlıdır. Bunların hepsi aslında hem planlı kentsel gelişmenin önünde hem de ekolojik dengenin, ekosistemin kendi varlığını sürdürmesinin önünde devasa bir engeldir.

Çok basit bir örnek verecek olursam, 2023 hedefleri içerisinde, Boğaziçi’ne paralel, İstanbul Boğazı’na paralel bir Kanal İstanbul inşası planı vardır. Kanal İstanbul eğer hakikaten -ben umarım ki hiçbir Hükûmet bunu başaramaz- gerçekleşecek olursa aslında Marmara Bölgesi’nin bütün ekosisteminin, geçtiği yerlerdeki bütün doğal temellerin tahrip olmasına, canlı yaşamın tamamen şekil değiştirmesine ve iki deniz arasındaki ilişkinin bütünüyle dengesizleşmesine yol açacağından ve kendi etrafında inanılmaz bir nüfus yoğunlaşmasını tahrik edeceğinden şimdiki dengesizliklere çok daha büyüklerini ekleyecektir.

Bakın, bugün Türkiye’de Marmara Bölgesi’nde yaşayan nüfus 25 milyon. Bunun sadece 15 milyonu İstanbul’da yaşıyor, Türkiye’nin üçte biri Türkiye’nin bir bölgesinde, beşte biri Türkiye’nin bir kentinde yaşıyor. Eğer bu hedeflere gerçekten ulaşılacaksa aslında Türkiye’nin yarısı Marmara Bölgesi’nde, dörtte biri İstanbul’da yaşamaya başlayacak demektir. Bu hem Marmara Bölgesi için hem İstanbul için hem bütün Türkiye için karşı konulması gereken bir felakettir. Çünkü böylesine muazzam bir dengesizliğin herhangi bir iktisadi ve sosyal mekanizmayla dengelenmesine imkân yoktur. Bunun biricik çaresi bölgesel ve kentsel planlamadır ama Çevre Bakanlığının bu bakımdan herhangi bir yetkisi de yoktur. Bu şartlar altında inşaat sektörünün başlıca ekonomik muharrik -motor güç- olduğu yerde aslında Türkiye’nin iktisadiyatı ve Türkiye’nin gelecek tasavvurları bütünüyle bir müteahhitler zümresinin elindedir ve esasen kamu sektörünün ihaleleri, kamu sektörünün kaynak aktarmalarıyla gerçekleşen bu yapılaşmalar son derece dar bir müteahhitler tabakasını ve onlarla birlikte çalışan çok geniş bir taşeronlar silsilesini, Türkiye’nin bütün kentsel yapısını kendi bildiklerine, kendi keyiflerine [göre], herhangi bir plana tabi olmaksızın, herhangi bir kentsel norma tabi olmaksızın baştan aşağı değiştirmelerine yol açmaktadır. Hükûmet programına bakarsanız, Sayın Ahmet Davutoğlu Başbakan olduğunda burada açıkladı, o zaman da partimiz adına eleştirme fırsatı bulmuştum, der ki: “Türkiye’yi esasen yatay kentlerle öreceğiz.” Fakat gerçek rakamlara bakarsak göreceğiz ki 417 adet gökdelenle Türkiye, Avrupa’nın 1’inci gökdelen ülkesidir, bu bakımdan Almanya’dan 2 kat, Fransa’dan 2 kattan fazla, İngiltere’den de 2 kata yakın fazla sayıda gökdelen sahibidir. Bunun nedeni son derece basittir, kent arazisinin rant kaynağı olarak doğrudan doğruya özel ellerde toplanmasına el veren bir kentleşme stratejisi kaçınılmaz olarak kentlerin yukarıya doğru gitmesine yol açacaktır. Dolayısıyla beyhudedir bütün bu hedeflerden söz etmek, bütün bu gelişme doğrultularından söz etmek. Ancak, tabii, bununla kalmıyor. Şu an aslında kendisini neoliberal ekonomik politikaların, neoliberal serbest piyasa uygulamalarının başlıca savunucusu ilan eden Hükûmet, aslında Türkiye’nin en büyük müteahhitlik şirketinin sahibidir, bu alanda tekel sahibidir; TOKİ’yle birlikte hem inşaat sektörünün tamamına hem de ekonominin birçok damarına müdahale edecek bir kumanda ekonomisinin başındadır. Bunun yol açtığı en önemli sonuçlar tabii ki kentsel arazilerin, kentsel arazi rantlarının son derece dar bir katman arasında paylaştırılmasıdır.

Bu hem rekabeti önlemektedir savunulan iktisadi sistem açısından hem de öte yandan sadece bir partiye ve o partinin değerlerine fiziki büyüklükler elde etme, Türkiye’ye fiziki damgalar vurma imkânı vermektedir. O yüzden bugüne kadar -ya da AKP iktidar oluncaya kadar- esasen bütün kamu yapıları yarışma yoluyla mimari projelere açılırken, şimdi, artık, pazarlık yoluyla büyük inşaat şirketleriyle paylaşılarak yapılmaktadır ve bütün bunların sonucu olan yapı değerlerinin Türkiye’ye nasıl hâkim olduğunu hep birlikte görüyoruz. O yüzden boşuna değildi, herkes daha sonra çok başka anlamlar verdi ama, Gezi’deki itiraz, işte, aslında kendi kentine sahip olma kararlılığının bir ifadesi olarak ortaya çıktı. O zaman bu itirazın ne kadar büyük olduğunu, ne kadar çok, milyonlarca insanın kentlerine böyle tasarruf edilmesine karşı olduğunu dehşetten açılan gözleriyle izledi Hükûmet ve bunun arkasında bir komplo, bir darbe girişimi, bir ayaklanma teşebbüsü aradı. Gezi’nin üzerinden dört yıldan fazla geçti, bir tek kişi bunlardan ötürü mahkûm edilmedi. En çoğundan izinsiz gösteri yürüyüşü yapmak dolayısıyla tecil edilen cezalarla karşı karşıya kaldı insanlar. O yüzden, kendi hayalinizden geçirdiğinizle gerçekte olan arasındaki fark işte budur. İnsanlar kentlerine sahip çıkmak istemektedirler; İstanbul’da da sahip çıkmak istemektedirler, Sur’da da sahip çıkmak istemektedirler. Bakın, Sur’da, Gezi’deki iddiaların aynısını Sur’da yaşayanlar ortaya koydular, dediler ki: “Kentimizi biz yönetmek istiyoruz, kentimizin geleceği hakkında biz karar vermek istiyoruz, neyin yapılıp neyin yapılmayacağına biz karar vermek istiyoruz, biz kendi kendimizi yönetmek istiyoruz.” Elbette İstanbul’un göbeğinde tanklarla ezilemezdi ama Sur’da tanklarla bu talebi ezdiniz.

Sonuç olarak, kentlerin yeniden yönetilmesi, kentlerin yeniden kurulması meselesi Adalet ve Kalkınma Partisinin takip ettiği iktisadi siyaset ve idari yöntemlerle gerçekleşemeyecek bir durumdadır ve bu Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızı da aşmaktadır. Ancak, öyle görülüyor ki tarih bir kere daha tekerrür edecektir fakat bu durumda -Sayın Bostancı hatırlayacaktır bu sözü- Hegel der ki: “Tarihte olaylar ve kişiler tekerrür ederler, birincisinde trajedi olanlar ikincisinde komedi olurlar.” Şimdi komediyi hep beraber dinliyoruz. Sur’a TOKİ girecek, Sur’u yeni baştan inşa edecek; küçük dar sokaklardan, birbirine bitişik yapılardan oluşan bu kent dokusu yerine bir Toledo yaratılacak. Tabii, çok üzülerek belirtmeliyim ki Toledo faşist Franko rejimine cesaretle göğüs geren bir kentti, o kentin yıkılması insanlık mirasına karşı, İspanya’nın mücevheri olan bu mirasın yerle bir edilmesine karşı bütün dünyayı ayağa kaldırdı. Sur da öyledir ve öyle olduğunu şimdi bakmayın insanların en önemli mesele olarak bunu konuşmadıklarına ama yarın konuşacaklarını görebilirsiniz. Çünkü yaşamak ve hayatı savunmak şimdi kenti ve binayı savunmanın önüne geçmiş durumda ama sıra ona geldiğinde bütün bu değerlerin nasıl savunulacağını göreceğiz. Ve şimdi, TOKİ Sur’a girecek. Ne yapacak? Bütün bu köşeleri dönecek. Buna ikinci örnek, tabii ki, Paris ve Haussmann Planı. Haussmann, biliyorsunuz, 1848 devrimlerinden sonra Napolyon’un Paris’in bir daha isyancılar tarafından kontrol edilemez hâle getirilmesi için göreve getirdiği vali ve mimarın adıydı. Haussmann, planıyla kenti, bir boydan bir boya kateden caddelerle bir kere daha isyancıların kontrol edemeyeceği hâle getirmiş olduğunu düşünebilirdi ama hiç de öyle olmadı. Bütün mesele kurşunların köşe dönememesine karşılık kurşunların dümdüz gideceği caddeler açmak değil, insanların birbirlerini kurşunlayamayacağı koşulları yaratmak olmalıydı. Ancak şimdilik öyle görülüyor ki, Toledo’dan sonra Haussmann’ın peşine de takılmış görünüyor Hükûmetimiz. Ben, bütün bu nedenlerle bu meselelerin, Hükûmetin elini sürdüğü her noktada ya kâr ya da güvenlik eksenli çalıştığını ama halkın ihtiyaçları bakımından asla ve asla gerçek bir temele sahip olmadığını görüyorum ve söylüyorum.

Aynı şekilde, ekosistem için, ekolojik süreçler için de durum aynıdır. Bugün Türkiye aslında bir HES ve nükleer cenneti hâline getirilmek istenmektedir son derece basit bir nedenle. İnşaattan sonra ikinci en yüksek kârlılık payına sahip iktisadi faaliyet enerji üretimidir. Enerji piyasası ve inşaat piyasası, bu iki piyasa Adalet ve Kalkınma Partisinin eliyle Türkiye’de yeni bir müteahhitler ve girişimciler zümresinin yükselmesi için bir kaldıraç olarak kullanılmaktadır. Kazıyın bütün HES girişimcilerinin altını, hepsinin altından ya Adalet ve Kalkınma Partisinin bir yöneticisini ya da bir yöneticiyle ya da Adalet ve Kalkınma Partisi oligarşisinden birileriyle çok yakın ilişkiler içerisindeki bir müteahhidi bulacaksınızdır. Cerattepe’yi kazıyın, altından Cengiz Holding çıkacaktır. “Cengiz Holding kimdir?” diye baktığınızda, “milletin anasına sinkaf” etmeyi başlıca mesleği olarak kabul eden bir müteahhit bulacaksınız. O müteahhidin nasıl korunduğunu, nasıl kollandığını, nasıl palazlandırıldığını anlatmaya gerek bile yok.

Şimdi, 2.500 HES girişimiyle, 2 nükleer santral girişimiyle Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanacağına kefil olan bir hükûmete ben şunu demek isterim: Aslında, sizin tuttuğunuz yol çoktan dünyanın gelişmiş ülkelerinde ve gelişmekte olan ülkelerinde terk edilmiş yoldur. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fransa’yı örnek gösteriyor. Suiemsal emsal olmaz. Fransa, bu bakımdan Avrupa’nın en kötü örneğidir ama hem Almanya hem Belçika hem diğer nükleer santrale sahip, nükleer santral programlarına sahip ülkeler bu santral programlarını terk ettiler ve güneşle enerji elde etme konusuna yatırımlar yapıyorlar. 2023’te yani Türkiye’nin mega, master planının gerçekleşeceği tarihte Almanya bütün nükleer santrallerini devreden çıkarmış olacak. Japonya, biri hariç bütün nükleer santrallerini durdurdu, Japonya’nın elektrik üretiminde ve elektrik ihtiyacının karşılanmasında en ufak bir düşüş olmadı.

Bütün bunlar, aslında elektrik elde etmekle, enerji elde etmekle ilgili şeyler değil. Bunlar, kâr elde etmekle ilgili, nerede kârlılık yüksek, oraya sermayenin akmasıyla ilgili.

Sonuçta, 2023 hedeflerine bakınca, dünyanın 10’uncu gelişmiş ülkesi hâline geleceğinizi söylüyorsunuz ama aslında, küresel rekabette en önemli husus olan bilişimde ne yapacağınıza dair bu programda hiçbir şey yok. Bilgi teknolojilerinin başlıca iktisadi yatırım alanı hâline geleceğine dair herhangi bir belirti görmüyoruz. O yüzden, bu erişilemez hedefler, aslında çok kısa sürede küpünü doldurup orta sınıfın üstüne çıkmak, kendisine zenginler arasında yer bulmak için çabalayan taşra sermayesinin faaliyetlerini ve çabalarını yansıtıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi, bunu büyük sermayeninkiyle dengeli bir biçimde son üç yıla kadar getirdi ama şimdi artık büyük sermayenin de karşısında kendi desteklediği sermaye gruplarının giderek yükselmesi için iktisadın dışındaki zor mekanizmalarını da devreye soktuğunu hepimiz biliyoruz, görüyoruz, gözlemeye devam ediyoruz.

Bütün bu tartışmalar Mecliste yıllardır yapılıyor, ben doğrusu pek çok komisyonda görev aldım ve tabii, orada bazı danışman arkadaşlarımızla da temaslarımız oldu. Bir danışman arkadaşımız şunu demişti bana, şimdi bütün bu sermaye birikimi meselesini hatırlamadan edemedim: “Ben, aslında sizin söylediklerini mantıken doğru buluyorum ama yakınlarımla, akrabalarımla konuştuğumda bana diyorlar ki ‘Siz o kadar bunlara itiraz etmeyin, bırakın millet doysun.”

Şimdi, ben sormak istiyorum: Yeterince doyuldu mu? Daha ne kadar bu doyma işi devam edecek? Kırı, kenti yağmalayarak, ekolojik sistemleri yerle bir ederek, bir daha yerine gelmeyecek toprak ve bitki dokusunu berhava ederek bütün bu doyma işi daha ne kadar sürecek? Yoksa şöyle mi düşünmek lazım: Herkes doysun, bazıları o kadar çok doymasın. Çünkü hırsı doyuracak, açgözlülüğü doyuracak hiçbir şey yok. Açgözlülük üzerine dayandırılan bir ekonominin, ekonomik işleyişin sonunda bir talan, yağma, rant ekonomisinden başka bir şey olmasına imkân yok.

O nedenle, halkın kendi kendini yönetmesine, halkın ekonominin nasıl düzenleneceğine karar verebilmesine, halkın yerel yönetimlerde kendi bildiği gibi, kendi çevresini, doğasını, kendi ülkesini yönetmesine fırsat verecek yeni bir atılıma Türkiye’nin duyduğu ihtiyacı hep birlikte karşılamaktan başka bir yolumuz yok. Bunun şimdilik nispeten sert biçimlere bürünmüş olması bu talebi gözden düşüremez. Öz yönetim ve kendi kendini yönetme talebi Türkiye’nin geleceğinin asli modeli olarak hepimizin önünde yükseliyor. Belki de, bizleri susturmak, bizleri bir daha bu Mecliste konuşamaz hâle getirmek isteği bundandır. Ama ne yaparsanız yapın, nasıl yaparsanız yapın bu talep geleceğin yükselen sınıflarının, emekçilerin talebi olarak, Kürt halkının talebi olarak bu Mecliste ve her yerde söylenmeye devam edecek.

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.