Kürtlerin maruz kaldığı mezarsızlık eski bir mesele. Türkiye’nin kurucu siyasetinin oluştuğu günden beri süregelen bir sancı.
HDK Adalet Komisyonu’nun gerçekleştirdiği Adalet Kürsüsü canlı yayınına bu hafta Antropolog Derya Aydın konuk oldu. Adalet İlkesinden İntikam İlkesine / Mezarlık Tahribatları başlığıyla gerçekleştirilen programda Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Avrupa’da, Türkiye’de ve Kürdistan’da savaşların ve çatışmaların toplum üzerindeki etkilerine değinen Derya Aydın devletin, yaşayanların yanı sıra ölülerin üzerine yürüttüğü politikalarla da egemenliğini pekiştirmek istediğini belirtti.
Mezarlıkların tahrip edildiğini, İbrahim Gökçek için yapılmak istenen cenaze törenine polis saldırısıyla engel olunduğu bir dönem söz konusuyken mezarlıklar, anma törenleri ve yas süreçlerine ilişkin çalışmalarınızdan, bu çalışma alanını neden tercih ettiğinizden bahsetmenizi isteriz?
2013 itibariyle Türkiye’de müzakere denebilecek bir sürecin başlangıcı yaşandı. Uzun süredir devam eden bir savaşa o dönemde ara verildi. 2013’te barış ihtimali konuşuldu ve insanlar en çok barış ihtimalinin olduğu zamanlarda ölülerini toplarlar. Bunun barışın inşasında önemli bir süreç olduğunu düşünürler.
90’lardaki yoğun çatışma dönemlerinde hayatını kaybetmiş insanların layıkıyla defnedilmediğini biliyoruz. Bu mezarlıklar 2014’te araştırmamın konusuna karar verdiğimde inşa ediliyordu. İnsanların yoğun bir şekilde buraları ziyaret ettiğine tanık olduk. Neden bu kadar yoğun ziyaret edildiği ve bu mezarlıkların Kürt toplumu içerisinde nasıl bir yer edindiği üzerine düşünmeye başladım. ‘Yas’ın, o acılı dönemin, üstesinden gelmede bu mekanların nasıl bir yeri var diyerek çalışmaya başladım.
O dönemler uzun süredir konuşulmayan meseleler konuşulmaya, Kürdistan’a dönük çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştı. Ben aslında mezarlıkların inşasına odaklanmak istemiştim. Fakat 2016’da sahaya gittiğimde artık büyük oranda buralar tahrip edilmişti. Dolayısıyla hem inşa hem de yıkım sürecinin aileler üzerindeki etkilerine yoğunlaşmış oldum. Görüşmecilerim hayatını kaybetmiş insanların yakınlarıydı. Böyle bir alan araştırması yaptım diyebilirim.
Farklı coğrafya ve farklı kültürleri göz önünde bulundurarak yaklaştığımızda cenazesini gömmek, tören düzenlemek ve sağlıklı bir yas süreci geçirmek hayatını kaybedenlerin yakınları için nasıl bir anlam taşımakta?
Çok boyutlu bir mesele. Psikolojik, politik, etik, dinsel yönleriyle çok karmaşık bir mesele. Muhtemelen bütün coğrafyalarda farklı yaşanıyordur. Benim üzerine çalıştığım Kürdistan bölgesinden söz edecek olursak insanların öldükten sonra da şiddetli bir muameleye maruz kaldıklarını görüyoruz. Çatışmada hayatını kaybetmiş bir kişinin cenazesini ailesi alıp defnedemiyor. Cenaze olmayınca taziyesini de gerçekleştiremiyor. Özellikle de doğru ve sağlıklı bilgilerin alınmadığı dönemlerde çocuğunuzun ya da yakınınızın öldüğüne ikna olmazsınız. Kimileri cenaze olmamasına rağmen taziye kurmak istiyor, yas evresini yaşamak istiyor ama engel olunduğu için onu da gerçekleştiremiyor. Dolayısıyla yas süreci kesintiye uğruyor. Aileler için yasın tutulmadığı, askıda kaldığı, acısını paylaşamadığı bir duruma dönüşüyor.
“Mezarsızlık Meselesi Eski Bir Mesele”
Ölüler arasında ciddi bir hiyerarşi var. Mesela Cumartesi Anneleri önemli bir örnek. Cumartesi Anneleri’nin eylemi kamusal yasın ayrımcı dağılımına bir itiraz olarak ortaya çıkıyor. Herkesin talebi tabi ki de hiç kimsenin ölmemesi yönünde. Bu en fazla da kadınların, Cumartesi Anneleri’nin, kayıpların yakınlarının talebi. Ancak bir tarafın ritüelleri gerçekleşirken diğer tarafın ölümlerinin dile getirilmesi bile yasaklanmış durumda. Aslında Cumartesi Anneleri sadece kaybedilmiş insanların yakınları değil aynı zamanda aralarında çatışmalarda hayatını kaybetmiş insanların yakınları da var. Ama en fazla kaybedilenler üzerine söz kurabiliyorlar. Ne yazık ki yasaklardan ve katı ayrışmadan dolayı çatışma ortamında ölen insanlara, ölüm sonrası maruz kaldıkları kötü muameleye değinemiyorlar. 2000’lere kadar bunlar konuşulmadı. Tabi o dönemde Barış Anneleri’nin çeşitli girişimleri oldu ve biraz bu ölümleri dile getirebildiler.
Kürtlerin maruz kaldığı mezarsızlık meselesi aslında eski bir mesele. Türkiye’nin kurucu siyasetinin oluştuğu günden beri, Türklük kimliğinin inşa edilmesinden beri süregelen bir sancı. Şimdi Kürtlerin cenazelerine yapılanları konuşuyoruz ama Türk kimliğinin dışında kalan herkese yapılanlar bunlar. O nedenle yeni ortaya çıkmış bir şey değil belki üzerine şimdi daha fazla konuşmaya başladık. Saldırılar daha önce de vardı ve bir şekilde devam ediyordu. Bu anlamıyla aslında hepimizin meselesi olduğunu söyleyebilirim.
Judith Butler, sistematik olarak saldırıya uğrayan grupların yaslarının inkar edilmesi ve yerinden edilmeleriyle aslında bu grupların yas süreçlerinin görünmez kılındığını söylüyor. Ermeni kıyımını, Dersim Tertelesi’ni, 90’larda Kürdistan’da yakılan köyleri değerlendirdiğimizde yas süreçleri görünmez kılınmaya çalışılmıştır diyebilir miyiz? Butler’ın bu tespitine katılır mısınız?
90’larda sergilenen çok yönlü pratikler, cenazelere yapılan kötülükler, 2013 itibariyle bir süre kesildikten sonra 2015’te tekrar başlaması, araçların arkasında ölü bedenlerin taşınması, kadın bedenlerinin teşhir edilmesi, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine dönük saldırı, bütün dünyanın salgınla mücadele ettiği bir dönemde Kürtçe harfler bulunan mezar taşlarının değiştirilmemesi durumunda tahrip etmeye dönük yaklaşım ve bir aileye cenazesinin kargoyla gönderilmesi... Bütün bunların arasında aslında bir örnek daha var. Garzan Mezarlığı, Bitlis’in merkeze bağlı bir köyünde inşa edilmiş bir mezarlık. Çocuğunun cenazesini oraya defneden bir aile kızının mezarını görmek istediğini söylediğinde buradaki bütün mezarların boşaltılarak İstanbul’a gönderildiğini öğreniyor. Sonradan öğrendiğimize göre buradaki bütün cenazeler kepçelerle çıkarılarak İstanbul’daki adli tıp kurumuna gönderilmiş. Üzerinden iki buçuk yıl geçti ve sadece 30’a yakın aile cenazesini alabildi. Diğer cenazelerin Kilyos’ta kimsesizler mezarlığına defnedildiği söylendi.
Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldıran yalnızca bir ırkçı grup muydu? Şu an ailelere, “mezar taşlarını değiştirin, yoksa biz değiştiririz ya da kırarız” diyenler sadece belli kişiler mi? Mezarlıktan kepçeyle ölülerin çıkarılıp gönderilmesi acaba sadece Bitlis Valisi’nin ya da herhangi bir kurumun verdiği bir karar mı? Yoksa bu bir politika şeklinde mi süregeliyor. Dönüp baktığımızda bu süreklileşmişse, bunun kararını verenler herhangi bir soruşturmaya tabi tutulmuyorlarsa demek ki bu bir politikadır.
Yas ve Direniş
Mezarlıklar tarihin somut materyalleridir. Bir yerleşim yerinin ne kadar eski olduğunun göstergelerinden biri oradaki mezarlıktır. Şiddetin olduğu yerlerde adaletin sağlanması için bunlar önemli araçlar da olabiliyor. Şiddet sadece burada yaşanmıyor tabi. Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, iç çatışmaların yoğun yaşandığı bölgelerde bu gibi şeylerden sonra bir literatür de oluşuyor. Mesela iki dünya savaşının yaşandığı Avrupa’da, özellikle Holokost’tan sonra, ölülere neler yapıldığına dair çok yazıp çizildi, İspanya iç savaşından sonra insanlar ölülerimize ne oldu diye düşündüler. Mesela Butler’i örnek verdiniz. Yas hiyerarşisinden ya da kamusal alandaki ayrımcılıktan söz ederken, Irak’a yapılan saldırıdan sonra Guantanamo gibi olağanüstü koşullar altında yönetilen, yurttaşlık hakları elinden alınmış tutsakların bulunduğu bir yerde maruz kaldıkları şiddetten söz etti aslında. Benzer bir süreç Filistin’de işliyor. Achille Mbembe buna ‘nekropolitik’ dedi, ‘ölüm siyaseti’ olarak Türkçe’ye çevrildi. İsrail, Filistinlilerin ölülerine el koyuyor ve uzun süre ölüleri vermiyor. Bu bir devlet politikası olarak devam ediyor. Söz ettiğimiz ölümler politik ölümler. Mücadelelerini farklı biçimde tanımlayabilirsiniz. Devletin nasıl tanımladığı bir yana, kimin nasıl tanımladığı bir yana süregelen bir çatışmada hayatını kaybetmiş insanlar bunlar. Dolayısıyla hem yaşamlarının hem de ölümlerinin toplum üzerinde ciddi etkisi var.
Antropolojide defin törenleri üzerine önemli çalışmalar var. Ölüm ritüellerinin toplum içerisindeki yeri, bunun tarihsel arka planına dair Antik Yunan’a kadar giden hikayeler var. Yasın tutulması meselesi bir toplumun hayatta kalması için çok önemli bir ritüel. Dikkat ederseniz insanlar yastan sonra da bir araya gelip dayanışıyorlar. Çünkü hayat kesintiye uğruyor ve devam etmesi için dayanışmak durumunda kalıyorsun. O insanın acısı paylaşılır, yemek yenir, sohbet edilir... O kadar çok insan öldü ki ve o ölüleri toplarken insanlar politize de oldular. Kürdistan’da kadınlar hak taleplerini bu yolla dile getirdiler. Yas sürecinin bir direnişe yol açtığını da gördük. Yola çıkarken belki bütün arzusu çocuğuna kavuşmak ve ona bir mezar inşa etmekken devletin bütün şiddet biçimlerine de maruz kalabiliyorlar ve bu bir direnişe yol açıyor. Devlet kendi egemenliğinin sınırlarını çizerken yaşayanlar üzerinde olduğu gibi ölüler üzerinde de bir tasarrufta bulunmayı egemenliğini pekiştirme yöntemine dönüştürebiliyor. Dolayısıyla bunlar rastlantısal şeyler değil. Çok sistemli olmasa bile belli politikalarla devam ettiğini söyleyebileceğimiz pratikler.
Nekropolitika, nekro-iktidar çerçevesinde aslında bir giriş yaptınız. Devletin kimlik egemenlik ve iktidar kavramlarıyla bağlantısını biraz daha açabilir misiniz?
Bu ölümler bir hafıza oluşturuyor. Bu mekanların nasıl bir toplum hafızası oluşturduğuna dair bir yönü de vardı araştırmamın. Dersim’de kurulan mezarlık bu açıdan çok sembolik bir yerdi. 1938’de hayatını kaybedenler oraya getirilmişti. O kadar uzun süre sonra arayıp buldukları defnedilmemiş kemikler bile vardı. Görüşme yaptığım bir kadın mezarların bu şekilde toplu yapılmasına karşı olduğunu söylemişti. Dersim coğrafyasında direnişe karşı şiddet yaygın olduğu için Alevilik inancının doğa ve mezar ilişkisinden de yola çıkarak şöyle demişti; “Biliriz ki her yerde bir mezar var ve her yerde bizim buna saygımız vardır.”. O mezarlıkta şiddetin sürekliliğini görmek çok mümkündü. 38’e ait kemiklerle 90’ların uzun çatışma dönemlerinde hayatını kaybetmiş insanların kemikleri aynı mezarlıkta buluşmuştu. Taziye kurulsun, gelen insanlar ibadet etsin diye yapısı biraz cemevine, biraz da camiye benzeyen bir mekan inşa etmişlerdi. Orada da hayatını kaybeden insanların eşyaları vardı. Defnedilen insanların bilgilerinin olduğu bir şişeyi de mezara bıraktıklarını öğrenmiştim. Eğer mezar taşı tahrip edilirse hangi mezarın kime ait olduğu bilinsin düşüncesinden kaynaklıydı bu.
Toplum uzun süredir tutulmamış yasları kollektif bir şekilde tutup üstesinden gelmek istedi. Hem de kamusal alanda konuşulmayan bu meseleyi haklı, meşru gördükleri bütün yanlarıyla ortaya koymak için bir hafıza oluşturmaya başladılar. Bu mezarların inşa edilmesi bir yanıyla mecburiydi. Çok fazla insan ölmüş, zamanında bir şekilde defnedilmiş ama resmi yollarla halk mezarlıklarına defnedilememişler. Bu insanların halk mezarlıklarına defnedilebilmesi için DNA testlerinin yapılması lazım, ailelerinin bu testlerin sonuçlarını beklemesi lazım. Çoğu mezar anonim olduğu için bu imkansız.
Hayatını Kaybedenler Şiddetin Hedefi
Lice’nin Sise bölgesinde rastlantıyla bir mezarlık inşa ediliyor. Çünkü bazı yerlerde çatışmalarda hayatını kaybetmiş insanların defnedildiği biliniyor ama bir baraj yapılıyor ve baraj bittikten sonra buraların su altında kalacağı da biliniyor. Onları oradan almak istiyorlar, bir ara çözüm olarak mezarlığı inşa ediyorlar.
Çatışma durduğunda, savaşlar bittiğinde hayatını kaybetmiş insanlarla hesaplaşırsınız, ondan sonra adaleti tayin edebilirsiniz ya da barışı kalıcılaştırabilirsiniz. Ne yazık ki gördüğümüz kadarıyla hayatını kaybetmiş insanlar hala şiddetin hedefi halindeler. Bu ölülerin yakınları var. Yakınlarının dışında bu politik mücadelenin içinde olan insanlar. Hiçbir alakası olmayan insanlar bile bu sürece tanık olduklarında bir arada yaşamaya dair umutlarını kaybediyorlar. Hangi toplumda hangi dinde olursa olsun bir anlam veremiyorsun.
Örneğin Holokost’ta, kimler suça bulaştı, kimler bulaşmadı; bulaşanlar görev icabı mı bulaştılar ya da tanık olup hiçbir şey demediler mi gibi sorularla sorumluluk ve etik meselesi çok tartışılır. Bu koşullar altında çok fazla dile getiremeyebiliriz ama insanlar bunlarla yüzleşmezse kapanmaya yol açıyor. İnsanların büyük oranda sorumluluk hissettiklerini düşünüyorum. Bunlan spesifik olaylar gibi bir kenara atabileceğimiz olaylar değil.
Her şeyi bu kadar açık ve net görürken yaralanan vicdan ve belleklerimizi iyileştirmemiz mümkün mü? Toplumsal hafızayı canlı tutmak elbette ki gerekli ancak toplum belleğini ve vicdanını iyileştirmek açısından ne yapmak gerekir, üzerimize düşenler neler?
Çatışmaların kentlere taşındığı bir dönem yaşadık. Özellikle Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de aylarca bunları izledik, yaşananları gördük. 90’lara geri döndük gibi bir tartışma vardı. Ben 90’lara dönmediğimizi, aslında her zaman onun devam ettiğini düşünüyorum. Kamusal alanda eskiye göre belki daha açık konuşabiliyoruz. Yeterli mi? Hayır. İkinci olarak da araçlar değişti, sosyal medya ortaya çıktı. Ana akım medya dışında alternatif kurumlar bu vasıtayla da ortaya çıkabiliyor.
Bir insan çatışmada hayatını kaybetti, onun cenazesini almamız gerekir; politik sorumluluklar, dini inançlar, toplumsal değerler gereği bu böyledir diyemiyordunuz. HDP milletvekillerinin Kürdistan’daki yakıcı gündemi meclise ya da kamusal alana taşıdıkları için belki de biraz daha rahat yansıyor.
“Bir Arada Yaşamayı Konuşmalıyız”
Barışa dair meseleler konuşulduğunda devlet yetkililerinin hepsi bazı şeyleri açık biçimde söylediler. Örneğin Cumartesi eylemlerinin sembol ismi haline gelmiş Berfo Kırbayır ile Erdoğan’ın görüşmesi vardı. Yine meclis bünyesinde çeşitli komisyonlar kuruldu. Zamanında çok şiddet uygulandı, hatalar yapıldı, çok asker hayatını kaybetti, çok gerilla hayatını kaybetti, hepsi bu toprakların insanları, bu çatışmalar son bulsun dendi. O dönem Barış Anneleri İnisiyatifi asker anneleriyle bir araya gelmeye çalıştılar. Çünkü kırılgan dönemlerdir yas süreçleri ve kayıp çok zor bir şeydir. Aylarca yıllarca peşine düşen insanların psikolojisi çok daha farklıdır, bir an önce barış inşa edilsin isterler. Ama bunlar şiddetli bir biçimde kesildi. 2015’ten itibaren yarım kalmış olması bunların bir daha yapılamayacağı demek değil.
Şu an devam eden şiddet politikaları iktidarın ömrünü de kısaltacak politikalar. İnsanlar öyle ya da böyle bunları konuşacaklar, ölülerini defnedecekler, savaşlar bitecek. Tarihe dönüp baktığımızda hep böyle olmuştur. Burada da barış inşa edilecek. Hangi araçlarla, hangi siyasetle, nasıl yapacağımız üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bu herkesin işi. Kürt sorunu, Kürdistan sorunu, Kürt kimliği sorunu sadece Kürtlerin sorunu değil. Kürtlerin çoğunluğu Türkiye’deki illerde yaşıyor ve biz yıllardır bir aradayız. Dolayısıyla biz bir arada yaşamayı konuşmalıyız.
Bunun kolay olmadığını biliyorum. Özellikle son iki yıldır yaşananlardan sonra hepimizin çok ciddi bir kapanma, mutsuz olma halinin olduğunu biliyoruz. Salgın döneminde de krizi kompakt biçimde gördük. Bütün bunları değiştirecek gücün insanların çabası sonucu ortaya çıkacağını, kendiliğinden oluşmayacağını bilmeliyiz ve olabildiğince üzerine düşünüp mücadeleye devam etmeliyiz diye düşünüyorum.