İktidarın topluma dönük tecrit politikasını ve bu tecride karşı devam eden mücadeleyi, ‘Toplumsal Tecrit ve Toplumsal Mücadele’ başlığıyla ele aldığımız Meclislerin Sözü canlı yayınımıza bu hafta DTK Eşbaşkanı Leyla Güven konuk oldu. Pandemi sürecinin yarattığı bütün olumsuzlukların yanı sıra, ulusal birlik girişiminden, kongre fikriyatına; artan devlet şiddetinden, mezarlık saldırılarına; salgının Kürdistan’daki sonuçlarından, kadın aktivistlere dönük tutuklamalara dair bir çok konuyu sevgili Leyla Güven ile birlikte değerlendirdik.
İmralı Cezaevi’nde ağır tecrit altında tutulan sayın Abdullah Öcalan için başlattığınız ve 200 gün sürdürdüğünüz açlık grevini 1 yıl önce bugün sona erdirdiniz. Bugüne dair neler söylemek istersiniz?
O dönem Amed Cezaevi’nde bu eylemi başlatırken sayın Öcalan’ın bir şahıs olarak ele alınmasının mümkün olmadığına, milyonların iradesi olduğuna işaret etmiştim. Sadece Kürt halkının iradesi dersek diğer halklar alınıyorlar çünkü bir çok halktan insan önderliği olarak, iradesi olarak görüyor. O kadar önemli bir şahsiyetin tecrit edilemeyeceğini, aynı zamanda sadece sayın Öcalan olduğu için değil tecritin bütünen insanlık suçu olduğunu, kime uygulanırsa uygulansın karşı çıkmak gerektiğini vurgulayarak bir Kürt kadını ve Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı olarak bu sorumluluğu almak istedim. Bireysel bir karardı ve tek başıma yapmak istedim ama çok kısa sürede binlere ulaşan bir eylem oldu. Bununla da sınırlı kalmadı, 30 arkadaşımız ölüm orucu başlattı. Cezaevlerinden 7 Avrupa’dan da 2 arkadaşımız da fedai eylem yaparak ölümsüzleşti. Dolayısıyla Zülküf’lerin, Ayten’lerin, Zehra’ların çabasıyla bir bütünen ortadan kalkmasa da tecritin kırıldığını söylemek isterim. Bu uğurda yaşamını yitiren arkadaşların anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
O dönem binlerce tutsak direnişe girdi ve o tutuklular hala da direnişteler. Belki açlık grevi bitti ama zindanlarda çok ciddi hukuksuzluklar var. O hukuksuzluklarla hala mücadele ediyorlar. Pandemi döneminde de bu hukuksuzluklar artmış durumda. Sevgili Helin, İbrahim ve Mustafa’yı yitirdik. Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal arkadaşlarımız ölüm orucunu devam ettiriyorlar. Bir yıl önce açlık grevini sonlandırırken bir nebze olsun umutlanmıştık ama maalesef antidemokratik uygulamalar, hukuksuzluklar, adaletsizlikler devam ediyor. En azından 8 yıl sonra sayın Öcalan avukatlarıyla görüşebildi, kendisi ile adadaki diğer arkadaşlar aileleriyle görüşebildi ve sayın Öcalan barışa dair iradesini yineledi.
Kuzey ve Doğu Suriye’deki 25 Kürt siyasi hareketi ve parti ulusal birliği bir üst aşamaya taşımak için Kürt Ulusal Birliği Partileri oluşumunu kurdu. DTK olarak bu girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son derece önemli bir çalışma. Bu konuda emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. Biz birlik olursak bu süreci atlatabiliriz. Birlik olmadığımız taktirde dört ayrı parçaya bölenler her parça üzerinde bitirmeye çalışacaklar, yok etmeye çalışacaklar. Asimilasyonla ve farklı girişimlerle Kürdün varlığını ve hafızasını yok etmeye çalışacaklar.
Kürtler Dört Parçada Yekvücut
2013’te çok yaklaşmıştık ulusal birlik çalışmasının nihai sonuca erişmesine. Ama yine egemenler devreye girdiler, bunu durdurdular ve biz kongreyi ilan etmeyi başaramadık. O günden bu güne bu çalışmalar devam ediyor. Avrupa’da KNK bu çalışmaları yürütüyor, Rojava’da yine çalışmalar yürütülüyor, Bakur’da bizler bu çalışmaları yürütüyoruz. Heryerden Kürtler bu konuda çaba sahibi. HDP ile DBP’nin yürüttüğü bir çalışmayla Bakur parçasındaki bütün Kürdistani partiler bir araya geldiler. Ulusal birlik çalışmasına dair çeşitli çalıştaylar yaptılar, “Özgünlüklerimiz bir tarafa ulusal birlik için bir aradayız.” dediler. Bunun öncesinde Kürt kadınları yine Bakur parçasında bir araya geldiler ve sözlerini söylediler. Dediler ki; “Tarihsel rolümüzü üstleniyoruz. Kürtler yüz yıl önce dört parçaya bölündü, artık bu bölünmüşlüğe son vermek gerekiyor. Kadınlar olarak bunun öncülüğünü yapacağız.”. Kürt Ulusal Kadın Platformu Birliği gibi bir çalışmayla kendilerini deklare ettiler. O çalışma da devam ediyor. Son olarak Rojava’da 25 partinin böyle bir çalışmayla bir araya gelmiş olması umudumuzu daha da güçlendiriyor.
Aslında Kürtler dört ayrı parçada bu konuda yekvücutlar. Ama siyaset yürütenler, kurumları temsil edenler olarak biz bir araya gelmekte biraz zorlandık. Sayın Öcalan kardeşiyle yaptığı telefon görüşmesinde özellikle 1982’deki protokole işaret etmişti. O protokolün güncellenmesi gerektiğini söylemişti. İdris Barzani ile imzalanan o protokolün bugün Kürtler açısından, ulusal birlik açısından elzem olduğunu söylemişti. Ben inanıyorum ki dikkate alınacaktır. En son sayın Mesut Barzani’nin sanırım bayram mesajında ulusal birliğe dair önemli vurguları vardı. Önümüzdeki günlerde bunun daha da gelişeceğine inanıyorum.
Batı’da Halkların Demokratik Kongresi, Kürdistan’da Demokratik Toplum Kongresi olmak üzere iki kongremiz var. Kürt sorununun çözümünde ve barışın, demokrasinin, özgürlüğün bu topraklarda yerleşmesinde iki kongrenin rolünü nasıl tarif ediyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş aşamasında bir çok halktan, inançtan oluşan iradeyle ilk adımı atmıştı. O yüzden 1921 Anayasası’nın güncellenmesi gerektiğini sürekli söylüyoruz. ‘21 Anayasası’nda Türkiye’de yaşayan bütün halklar kendi sözleriyle mecliste yer almışlardır. 1924 Anayasası’yla o haklar tamamen ortadan kaldırıldı ve başka bir cumhuriyet gelişti. Artık tek millet, tek devlet, tek bayrak diye sıralanan tekçi zihniyet ideolojisini bu şekilde formüle etti. Diğer bütün halklar da öteki oldu. Yani artık sadece “Ben Türküm, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti Devleti” diyenler olacaktı. Türkiye’deki bir çok halk kendisini özgürce ifade edemedi.
"Kongreler siyasetler üstüdür"
Sayın Öcalan öngörebilen bir liderdir. Halkların Demokratik Kongresi’ni de öngördü, Demokratik Toplum Kongresi’ni de öngördü. Daha sonrasında siyasi partilere dönük de önerileri olmuştur. Hiçbir zaman kendi düşüncesini dikte etmez, talimat vermez. Onun tarzını bilenler bilir ki önermede bulunur.
Dedi ki Halkların Demokratik Kongresi’ni kurmalısınız. Çerçeveye dönük öneriler yaptı. Türkiye’de sadece Kürtler yaşamıyor. Türkiye’de yaşayan herkes, ötekileştirilen herkes o kongre içerisinde kendini görmelidir, kendisini ifade edebilmelidir ve bu kongre isterse siyasi bir parti oluşturur, o partiye de geçmek isteyen geçer dedi. O kadar iyi formüle etmişti. Biz maalesef ne DTK’yi ne HDK’yi doğru temelde anlamadık, algılayamadık ve şu anda işlevini tam anlamıyla gerçekleştiremiyoruz. Bu iki kongrenin misyonu son derece önemlidir.
Kongreler siyasetler üstüdür, kongreler tavsiyede bulunur. Resmi bir prosedürleri yoktur, devlet katında bir girişimimiz yoktur. Halk tarafından meşru kabul edilir. Gönüllülerin bir araya geldiği ve oluşturduğu kongreleriz. Bu kongreler toplumun yaşadığı her şeye dair söz kurarlar. O sözler de yasaları yapanlar, siyasi partiler, politika belirleyenler tarafından dikkate alınır. Şimdilerde devlet Demokratik Toplum Kongresi’ni kriminalize etmeye çalışarak bu projeyi, bu fikriyatı yok etmeye çalışıyor. Ama bu fikriyat toplumla buluştu. HDK’nin ve DTK’nin misyonu son derece önemlidir. En çok da tekçiliğe vurulan birer darbedir.
Açlık grevi döneminde kuşkusuz dünyanın her yerinden destek geldi, ziyaretler oldu. Ama beni en çok etkileyen Türkiye’nin batısından, HDK’nin bileşenleri olarak ziyaretime gelenlerdi. Aslında biz yıllardır aynı havayı teneffüs ediyoruz, aynı coğrafyada yaşıyoruz ama hiç bu kadar sıcak yan yana gelmemişiz. Dolayısıyla onların ziyaretinden çok etkilenmiştim.
Tüm dünya pandemiyle mücadele etmeye çalışıyor ama Türkiye’de halklar çok başka konularla da mücadele etmeye çalışıyor. HDP belediyelerine kayyum atanması, sokak ortasında çocuklara silah çekilmesi, polis şiddetinin ifade edilemeyecek kadar fazla olması, mezarlıklara saldırılması gibi sayısız konu var. Yaşananlara dair yorumunuz nedir?
Türkiye’de hak ihlalleri AKP ile başlamadı. AKP’den önce de vardı. Kuruluşuyla birlikte Cumhuriyet demokratik bir karakter kazanmadığı için, tekçi olduğu için, militarist olduğu için Türkiye toplumu sürekli sıkıntılar yaşadı. 12 Eylül Darbesi’nden tutalım günümüze kadar bir sürü darbe yaşandı. Bu ülke kendi cumhurbaşkanını astı. Yani iktidar için yapılmayan şey kalmadı. Daha sonrasında inkar ve imhadan kaynaklı Kürtlerin isyanları başladı ve bu isyanlarla birlikte Türkiye sürekli katliamlarla gündeme gelmeye başladı.
"AKP artık devletleşti"
Bütün dünyada değişimler yaşanıyor. 21. yüzyılda bütün gelişmeler küresel olarak yaşanıyor. Diyebiliriz ki gelişmeler ışık hızıyla ilerliyor. Siyasi partiler, kurumlar, kuruluşlar, ülkeler kendini değişime uğratmak zorunda. Çağdaş dönüşüme ve evrensel değerlere göre sistemini yenilememişsen aşınırsın. Tam böyle bir şey yaşanırken AKP İslami motiflere vatan, millet Sakarya anlayışını ekleyerek, “ben de sistemden mağdurum, inancımı özgürce yaşayamıyorum, ötekileştiriliyorum” dedi ve kendine bir mağduriyet yarattı. Geldi ve iktidar oldu. Halkın teveccühüdür, buna karşı bir söylemimiz yok. 2007’ye kadar “Kürt sorunu benim sorunumdur, Alevi sorunu benim sorunumdur, Dersim için gerekirse özür dileriz.” vb. şeyler söyleyerek halktan kredi aldı. Şimdi anlıyoruz ki 2007’ye kadar devletin içerisine yerleşmiş.
AKP artık devletleşti. AKP ile devleti ayrı ayrı değerlendirmek yanlış ve eksik olur. Dolayısıyla cemaatçilerle birlikte devletin bütün mekanizmalarını değiştirerek, Ergenekon operasyonlarıyla, KCK operasyonlarıyla kendilerini ayakta tutmaya çalıştılar. Gelinen aşamada sürdürülebilir yanı kalmadı. Aslında 2015’te miadını doldurdu. Tam da halk dersini vermişken MHP imdadına koştu ve bu kapsamda bir ittifak geliştirdiler, sonradan adına Cumhur İttifakı dediler. O ittifakla şu anda iktidarda kalma şansları yok. 2023’ü bulurlar mı bilmiyorum.
"Zulüm onların sonunu getirecek"
Dersim’de mağaralarda insanlar diri diri yakılmıştı, Cizre bodrumlarında da insanlar diri diri yakıldı. Ağrı’da, Zilan’da bombardımanla insanlar katledilmişti, Roboski’de yine Kürt çocukları bombardımanla katledildi. AKP hepsini yeniden yaşattı. 100 yıl önceki katliamları belki unutanlar olmuştur size hatırlatayım dercesine katliamlar yaptı. Hiç utanmadan dediler ki, “Eskiden sizi asit kuyularına atıyorlardı, failli meçhulle öldürüyorlardı, biz şimdi tutukluyoruz. Buna şükretmelisiniz.”.
Son günlere geldiğimizde Ramazan ayında halkımıza öyle şeyler yaşattılar ki kendi zulümlerini ifşa ettiler. Bir anneye oğlunun cenazesini kargoyla göndererek, Kilyos’ta cenazeleri beton zemine gömerek ya da mezar taşlarını kırarak kendilerini deşifre ettiler. Kürde uygulanan zulmün anlatılmaya çalışılan yanıydı ama kendileri daha başarılı bir pratik sergilediler. İnandıkları dinin menettiği bir çok şeyi Ramazan ayında gerçekleştirdiler. AKP-MHP kendi iktidarını korumak için halklarımıza en büyük zulmü uyguladı. Bu zulüm onların sonunu getirecektir.
Pandemi sürecinde Bölge Kriz Koordinasyonu oluşturulduğunu biliyoruz. Pandemi döneminde bölgede neler yaşandı? Bunun yanı sıra bölgeden özellikle Karadeniz’e çok fazla mevsimlik işçi göçü oluyor. Pandemiden kaynaklı mevsimlik işçilerin koşulları daha da zorlaştı. Bununla ilgili Bölge Kriz Koordinasyonu olarak nasıl bir çalışma içindesiniz?
Pandemi ile karşı karşıya kaldıktan sonra bütün dünya kendi yöntemini, sistemini gözden geçirmek zorunda kaldı. Belli ülkelerle sınırlı kalacağını, bütün dünyayı etkisi altına almayacağını düşünüyorlardı. Doğanın dengesini o kadar bozdular ki, her şeyi kendileri için yaratılmış addettiler. Erkek egemen, tekçi zihniyet dedi ki kadınlar benim için yaratılmış, istersem öldürürüm, istersem döverim, istersem söverim. Doğa benim için yaratılmış, ağacı da keserim, yakarım, yok ederim. Kapitalist Modernite her şeyi kendi egemenliği altına aldı. Ama Covid-19 denen virüs en çok silahı olan ülkeyi de vurdu, en çok İHA’sı olan ülkeyi de vurdu, en çok SİHA’sı olan ülkeyi de vurdu, en çok parası olan ülkeyi de vurdu.
Türkiye de uzun süre bu hastalık yokmuş gibi davrandı. Ölümler çoğalınca belli bir sistemle bunu anlatmaya çalıştı. Salgınla mücadele ederken Türkiye’nin en köklü sağlık kuruluşlarından biri olan Türk Tabipleri Birliği’ni bunun dışında bıraktı, Sağlık Emekçileri Sendikası’nı bunun dışında bıraktı, önemli çalışmaları olan bilim insanlarını bunun dışında bıraktı. Sağlık Bakanlığı’yla, diğer bakanlıklarla ve içine koyduğu birkaç bilim insanıyla bu süreci kendilerince yönetmeye çalıştılar. Maske dağıtımından bile bellidir ki yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.
Pandemide Mevsinlik İşçiler
Biz de Kürdistan’da bir kriz koordinasyonu oluşturduk. Bu kriz koordinasyonunun içinde Demokratik Toplum Kongresi, Demokratik Bölgeler Partisi, Halkların Demokratik Partisi ve diğer Kürdistani partiler, çeşitli kurumlar, dernekler, sendikalar var. Bu koordinasyon önemli çalışmalar yürüttü hala da devam ediyor. Halkımızın da kurumlara çok büyük bir ilgisi ve alakası var. Dolayısıyla yaptığımız açıklamalar halkımız tarafından kabul gördü. Elbette ki yaşanan kayıplara, yaşanan acılara yeterince çare olamadık. Her şeye rağmen tedbiri elden bırakmayarak bu süreci tamamlamayı düşünüyoruz.
Özellikle Kürdistan’dan, Türkiye’nin çeşitli illerine tarım işçiliği için giden arkadaşlarımız var. Sayın Öcalan’ın bir sözü var, “Güneşin, toprağın, havanın, suyun en bol olduğu coğrafya Kürdistan. Ama halkımız ‘nan’a muhtaç ediliyor.” der. O ‘nan’ı bulmak için de halkımız Batı’ya tarım işçisi olarak gitmek zorunda kalıyor. Gittiğinde de ötekileştiriliyor, Kürtçe konuştuğu için lince uğruyor. Orada derme çatma çadırlarda kalıyorlar, çocukları okula gidemiyor. Sağlıktan, eğitimden hiçbir şeyden yararlanamıyorlar ve bu şartlarda ekmeklerini kazanmaya çalışıyorlar. Hepimiz açısından bir özeleştiri konusudur aynı zamanda. Ekonomik olanaklar oluşturabilseydik kendi topraklarında kalmalarını sağlayabilirdik. Başta Demokratik Toplum Kongresi olarak bizim eksikliğimizdir. Tarım işçilerinin pandemi şartlarında çalışıyor olmaları da yine bizim sorunumuzdur. Özellikle Halkların Demokratik Kongresi’nin, mevsimlik tarım işçilerinin çalıştığı yerlere gidip onların sorunlarına cevap olması gerekiyor diye düşünüyorum.
Geçtiğimiz günlerde Rosa Kadın Derneği’ne ve TJA’lı kadın aktivistlere yönelik gözaltılar oldu ve sonrasında tutuklandılar. DTK Kadın Meclisleri olarak kadın düşmanı politikalara dair neler söylemek istersiniz?
“Bütün dünyada egemenler önce kadınları vurur” derler. AKP de iktidara geldiğinden bu yana geliştirdiği politikayla, kullandığı dille hep kadınları hedefledi. Çünkü AKP kadınlar için bir model oluşturmuştu. O modele göre de en makbul kadın evinde, eşine itaat eden, çocuk doğuran ve ailesinin hizmetkarı olan kadındı. Bunun ötesinde onların vitrinlik olarak tanımladıkları bakan yapılan bir kadın ya da milletvekili yapılan birkaç kadın ve bunlar üzerinden de kadınlar özgürdür demeye çalışıyorlardı. AKP’nin bu kadın düşmanı politikalarını Türkiyeli kadınlar ve Kürt kadınları çok çabuk gördü ve deşifre ettiler. O gün bu gündür de bu zihniyetle mücadele ediyorlar. Ama karşımızda köklü bir erk zihniyet var, geri bir anlayış var.
Kadınlar örgütleniyor. Kadınlar 8 Mart’larda, 25 Kasım’larda alanlara çıkıyorlar, sözlerini söylüyorlar. Asla itaat etmiyoruz ve sizin bu politikalarınıza teslim olmayacağız diyorlar. Onun için de hedef olmaya devam ediyorlar. HDP’deki kadınlara yönelim her zaman daha fazladır. Şu anda tutuklu olan HDP milletvekillerinin büyük bölümü kadınlardır. Bu özel bir politikadır. Kayyumlar geldiklerinde en başta eşbaşkanlık sistemini kabul etmediklerini söylediler. Bu alanlara kadınlar gelirse, artık ranttan arınacak, topluma açılacak, kadınlar belediyelerine gelecek, kendi dilinde derdini anlatacak. Dolayısıyla önce kadınlara yöneldiler, önce kadın kurumlarını kapattılar. Kurumları kapatarak kadınları alternatifsiz bırakmak istediler. İşte Rosa Kadın Derneği’ne yönelim da tam da bu zihniyetin ürünüdür.
"Toplum kadınlarla değişecek"
Rosa Kadın Derneği kurulduğu günden bugüne Kürdistan’daki bütün kadın sorunlarıyla ilgileniyor. Bir kadın şiddete uğruyorsa, bir kadın mağduriyet yaşıyorsa, bir kadın hukuksal problem yaşıyorsa Rosa Kadın Derneği’ne gidiyor, bunlara dair çözümler üretiliyor. Diyarbakır’da geçtiğimiz yıl bir polis memuru kadın başka bir polis memuru erkek tarafından katledildi. Rosa Kadın Derneği Diyarbakır’ın en merkezi yerinde bir basın toplantısıyla bunu kınadı ve teşhir etti. Yani ölen kadının kimliğine bakmadan kadın mücadelesi perspektifiyle kadın dayanışması gösteriyor. İşte bundan dolayıdır ki bir bütün olarak Rosa Kadın Derneği’nin yöneticileri, başkanı suçlanıyor. Bu da yetmiyor 5 erkeği de Rosa Kadın Derneği’nin gizli üyesi olmakla suçluyorlar. Mehmet Aslan, Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı’dır. Rosa Kadın Derneği’ne gizli üye olmakla suçlanıyor. Bir hakim Mehmet Aslan’a, “Biz aslında size altın tepside bir şans tanıdık. Bu şansın adı çözüm süreciydi. Siz bunu değerlendirmediniz” şeklinde cümleler kuruyor. O zaman bu mahkememelerin bağımsız olduğunu iddia edebilir miyiz? Asla bağımsız değiller.
Rosa Kadın Derneği’ne saldırı olduğunda daha ilk günden Türkiye’nin bütün kadın kurumları ortak açıklamalar yaptılar. Kadınlar birlikte güçlü dediler, kadınlar sözünü söyleyecektir dediler. Bence biz amacımıza doğru hızlı adımlarla ilerliyoruz. Onlar ne derse desin kadınlarla değişecek. Dünya kadınlarla değişecek, toplum kadınlarla değişecek, demokratikleşecek, herkes özgürce yaşayacak.