Kapitalizmin Krizi ve Direniş Odakları

11.11.2020

HDK’nin ‘çoklu kriz’ tespitinden yola çıkarak başlattığı “Kapitalizmin Krizine Karşı Halkların Ortak Mücadelesi” hamlesini, Meclislerin Sözü canlı yayına konuk olan HDK Yürütme Kurulu Üyesi Harun Turgan anlattı. Geçtiğimiz dönem yürütülen kriz gündemli “Aynı Gemide Değiliz” kampanyası ile “Kapitalizmin Krizine Karşı Halkların Ortak Mücadelesi” hamlesinin benzer ve farklı yanlarını değerlendiren Harun Turgan hamlenin çoklu boyutuna ve sürekliliğine açıklık getirdi.

Halkların Demokratik Kongresi geçtiğimiz yıl bir kriz kampanyası başlatmıştı, bu yıl da ‘çoklu kriz’ tartışması yürütüldü. Çoklu kriz tartışmasının üzerine “Kapitalizmin Krizine Karşı Halkların Ortak Mücadelesi” şiarıyla bir hamle başlatıldı. Çoklu kriz nedir? Bir önceki kampanyadan edinilen birikimle hedeflenen nedir?

Geçen yıl “Aynı Gemide Değiliz” sloganıyla başlattığımız çalışma da aslında krizin çok katmanlı, çok boyutlu niteliğini gören bir çalışmaydı. Oradaki hareket noktamız da Halkların Demokratik Kongresi’nin kendi anlayışı doğrultusunda örgütlenmesini geliştirmesiydi ve insanların yaşadığı deneyime dokunan bir çalışma oluşturmaktı.

Kapitalizm her zaman krizler üretir ve krizler kapitalizmin sonu olmaz. Kapitalizm krizler içerisinde kendisini yeniler, ömrünü uzatır, emek üzerinde yeni tahakküm biçimleri geliştirir. İnsanların deneyimleri dediğimizde bizi ilgilendiren yanı bu. Kapitalizmin krizi aşma araçlarının, kriz yönetme araçlarının emekçileri yoksullaştırması, özgürlükleri daha çok kısıtlaması, bu noktada ezilenlerin, emekçilerin yaşadıklarına değen bir çalışma olmasını amaçlamıştık geçen yıl da. Burada ekonomik boyut biraz öne çıktı. O zaman da aslında yaklaşımımız tüm boyutlarıyla ele almaktı. Doğrusu çoklu kriz derken çok özel bir şey söylemediğimiz düşünülebilir. Çünkü zaten kapitalizmin ekonomik krizi her zaman bir siyasal boyutla birlikte gelişir.

‘SİYASAL KRİZ HEP VARDI’

Bu yılki çalışmayı planlarken gördüğümüz birkaç deneyim vardı. Kapitalizmin tarihsel eğilimlerinin, mantıksal ve tarihsel sonucu olan ama git gide görünürlük kazanan bir takım eğilimlerinin büsbütün göze batacak hale gelmesinden hareket ettik. Siyasal, toplumsal boyutlarla birlikte Kapitalizmin işçi sınıfıyla sermaye arasındaki çelişki boyutu kadar insanlığın bütünüyle karşı karşıya geldiğini daha çok insan fark eder oldu. Bunun en görünür olduğu yerlerden biri ekolojik kriz oldu. Kapitalizmin, doğanın döngülerini sermayenin döngülerine tabi kılma eğilimi baştan beri var ama bunu karbon salınımları düzeyinde izlediğimizde ivmelendiğini görüyoruz. Bir yanıyla dünyanın gerçekten yaşanabilir bir gezegen olmaktan çıkması tehdidini karşımıza çıkaran, bir yanıyla da bunun karşısında yaygın bir duyarlılığı uyandıran bir boyut aldı.

Bir diğer boyut elbette kapitalizmden çok daha eski olan toplumsal cinsiyet eşitsizliği. Kapitalizm ile ataerkilliğin buluşmasıyla bir yandan yeni ataerkillik biçimlerinin ortaya çıkması ama bir yandan da kadınların ve LGBTİ+’ların mücadelesiyle ekonomik süreçle ilişkili ama buna indirgenemeyecek bir boyut ve önem kazandı.

Siyasal kriz hep vardı ama belki yakın geçmişimizde, kapitalizmin aslında çok özel bir döneminin içine doğmuş kuşaklar olarak, kapitalizmi hep bir tür kusurlu demokrasiyle, biçimsel yanı ağır basan ama iyi kötü bir demokratik temsil düzeniyle özdeşleştirmeye alışmıştık. Kapitalizmin ideologlarınca anlatılan demokrasi, bağımlı ülkelerin gelişerek yakalayacağı bir çıtaydı. Oysa beklenmedik bir gelişme oldu. Son on yıllar içinde yalnızca çevre ülkelerde değil kapitalist merkezlerde de derin bir temsil krizinin ortaya çıktığını, bir taraftan burjuva demokratik kurumların temsil eden olmaktan çıktığını, bir taraftan da kapitalizmin bu parlamenter biçimlerden de vazgeçme eğilimine girdiğini gördük. Örneğin ekonomi yönetimin teknik bir işe dönüştürülmesi, en temel kararların git gide teknik konulara dönüştürülmesi; uzmanlara, teknokratlara, elite, oligarşiye teslim edilmesi sürecini gördük. Artık oy vererek, sistemin sınırları içinde de kendisini ilgilendiren kararları değiştirme umudunu yitiren emekçilerin başka arayışlara yöneldiğini gördük. Zaman zaman devrimci nüveler taşıyan isyanlara ama zaman zaman da akıldışı arayışlara; ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, mezhepçi yönelimlere dönüştüğünü ve neoliberal politikalarla bunların gerici karşıtları arasında bir seçime zorlandığını gördük.

DİRENİŞLER VE ÇELİŞKİLER

Eğer bu döngüyü kırmayı başaramazsak bizler için bir yandan iç karartıcı, öbür yandan da kapitalizmin bildiğimiz mekanizmalarıyla kendini sürdürmekte zorlandığının belirtisi. Bu da güncel krizin bir başka boyutu. Sistem açısından çoklu krizi böyle anlatabiliyorsak bu aynı zamanda krizden hareketle direnişi geliştirebilecek öznelerin de çoğulluğuna olanak veriyor. Çünkü sistemin krizi dediğimiz zaman bu aynı zamanda bizim, muhalefetin, direnişin, yeni bir dünyayı arayanların da krizi. Sömürüye dayalı bir sistemin karşıtı sömürüye yer vermeyen bir sistemdir. Bununla buluşan toplumsal katmanların kendi programlarını ortaya koyması açısından daha önceki tahayyüllerimize sığmayan, kapitalizmin saldırısının bir bilinç dağınıklığına, örgütlülük dağınıklığına yol açmasının sonucu olan bir bulanıklık dönemi devam etmekte. Kapitalizmin karşısında bir blok olarak direnişi aradığımız yerde göremezken, işçi sınıfı her zamankinden büyük olduğu halde, geleneksel anlamda işçi sınıfından çok daha geniş bir nüfusun sermayeyle karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Sermaye mantığıyla, sermaye devletiyle, sermaye çarklarının dönüşüyle karşı karşıya gelen direnişler ve çelişkiler olduğunu görüyoruz. İlki çoklu krizin karamsar, sistemle ilgili olan boyutuysa, direnişle ilgili umut barındıran boyutu da herhalde budur.

Çoklu krizi uzun soluklu bir hamle olarak tartışmanızın nedenini ve bu tartışmayı nasıl yürüttüğünüzü sormak isteriz?

HDK bir taraftan yerel meclislere, bir taraftan alan meclislerine dayalıdır. Bunlar kendi alanlarında çalışmalar yürütürler. Her zaman görülebilecek olan ortaklığın pandemi döneminde daha da belirginleştiğini gördük. Bu meclislerin birlikte çalışması, kesişim bölgelerinin ortaya çıkması, birbirini güçlendirmesi, her biri bir toplumsal alan sorunu olan konularının kompartımanlaştırılmasına bir şekilde karşı koyması düşüncesinden hareket ettik. İkinci bir hareket noktası olarak da bunların hepsinin toplumsal muhalefetin örgütlenmesine hız vermesini, HDK’nin de kendini o örgütlenmenin içinde kurmasını amaçladık.

Bu hamlenin içerisinde tek konulu kampanyalar da olabilir. Çalışmanın bütünlüğü içinde bir yerel meclis bir konuda kampanya yapmaya da karar verebilir. Karşı karşıya kaldığımız bütünsel saldırı sürdükçe direnişin de örgütlenmesi olarak önümüze koyduk. Kısmileşmeyi aşmaktı burada amaçladığımız. Diğer yanı ve daha uzun vadeli olan sistemi aşmak hedefi. Bugünkü her çalışmamızı bu büyük hedefle de ilişkilendirmeyi amaçladık.

EKİM AYINDA DEKLARE EDİLDİ

Pandemi koşullarında bizim de emek verdiğimiz, bizden bağımsız da ortaya çıkan dayanışma ağları vardı örneğin. İnsanlar yoklukla karşılaşınca çare ararlar. Kısa dönemde nasıl bulunacağıyla ilgili olarak da çare arayabilirsiniz, bu yokluğun kaynağıyla karşı karşıya gelmeye de vardırabilir sizi. İlkini küçümsemeden ikincisine ulaşmak gibi bir amacımız vardı. Bunu yapmak için de bir taraftan alan meclisleri kendi içinde tartışmalar yürüttü. Alan deneyimlerinden hareketle hangi çalışmaların yapılabileceğini, hangilerine ihtiyaç olduğunu belirlemeye çalıştılar. Benzer tartışmalar illerde, ilçelerde, yerellerde yapıldı. HDK aynı zamanda çok bileşenli bir yapı. Politik ve toplumsal bileşenleri var. Onlarla tartışmalar yürütüldü, önerileri alındı. Bütün tartışmaların sonucunda perspektif metni hazırlandı. O metin de tartışıldı ve yakın zamanda broşür olarak çıkacak. 31 Ekim’de de çerçeveyi kısaca aktararak çalışmanın başlangıcının duyurusu yapıldı.

Başladık dedikten sonra, yani asıl şimdi, her yerelde her alanda yeni çalışmalar olacak ve HDK bileşeni olsun olmasın bu süreçten etkilenen herkesle birlikte çalışmanın örülmesi amaçlanıyor.

Çoklu kriz dünyanın genelinde yaşanan bir sorun fakat yansımalarını hem Türkiye hem Ortadoğu bağlamında güncel ve somut olarak nasıl tartışabiliriz?

İki farklı noktayı vurgulamak gerek. Bir tanesi, bizim biz bize benzerizci yanımız var. Bazen kendimizi dünya deneylerinden, genel toplumsal süreçlerden azade görürüz. Her yerde olan sorunların burada yaşanmadığını düşünürüz. Mesela burada hiç ırkçılığın olmadığını varsaymak gibi eğilimlerimiz olabilir. Bazen de karşılaştığımız kötülüklerin benzersiz olduğunu düşünebiliriz.

Türkiye’de çok uzun süredir iktidarda olan ve gittikçe de faşist bir yönelim alan AKP de başka yerde olmayan bir iktidar biçimi gibi görünür zaman zaman. Son yıllarda bizim başımıza gelenin başka ülkelerde de olduğunu görmek Türkiye’yi dünya üzerinde bir yere oturtmamızı kolaylaştırdı. Aslında Türkiye’de bir takım benzersizlikler varsa bunlar da aynı sistemin sonucu, parçası olarak var. Ama bu Türkiye’nin kendine özgü dinamikleri, özneleri, çatışmaları yok anlamına gelmiyor. Bir dünya egemeni senaryo yazıp Türkiye’deki siyasetçileri oynatıyor değil. Burada da bir takım yerel çıkarlar var. Büyüyen, palazlanmaya çalışan, kendi gücünün ötesinde serüvenlere kalkışan güçler var.

TÜRKİYE’YE ÖZGÜ KRİZ DİNAMİKLERİ

Bir taraftan Türkiye sermayesinin büyüme eğilimlerini ve Türkiye’ye sığmama eğilimlerini görmek gerekir. Bir taraftan devletin, AKP ile başlamamış olan otoriter ve milliyetçi yapısını görmemiz gerekir. Çok özgün bir dinamik olarak Kürdistan üzerindeki egemenliği, bugün daha rahat sömürgeci diyebileceğimiz ulusal baskının getirdiği bir toplumsal sorunu, özgürlük talebini askeri araçlarla bastırmaktan başka bir yol düşünmeyen bir devlet aklının varlığını ve giderek kendi nüfusunun bir parçasına karşı, Kürt halkına karşı, savaş yürütmenin bölgesel bir savaş politikasına dönüşmesi gibi bir özgüllüğü görüyoruz Türkiye’de.

Kürt direnişi ile devletin çatışması daha önce içerdeki özel savaş uygulamalarının yanı sıra sınır ötesi operasyonlar gibi sonuçlar verirdi. Artık Türkiye devletinin, Kürtlerle ilgisi olmayan coğrafyalarda da yayılmacı maceralara girdiğini görüyoruz. Bu serüvencilik bir taraftan Türkiye’yi sürekli küresel egemenler arasında bir kırılganlığa götürüyor, bir taraftan da onlar arasındaki çelişkilerden yararlanarak daha büyük maceracı hamlelere girişme eğilimi olduğunu görüyoruz. Üstelik ‘saray’ ile o politik geleneğin MHP ve bir devlet çekirdeğiyle birlikte yol aldığını görüyoruz. Bunu yine de dünya ölçeğinde yaşanan süreçlerden bağımsız olarak düşünemeyiz ama Türkiye’ye özgü ek kriz dinamikleri de burada var. Yani yayılmacılık, devletin büyümesi ve aynı zamanda da devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini dayandırdığı meşruiyet temellerini, hatta sınırlarını tehlikeye atan bir boyut da taşıyor. Bunun bir taraftan ölümcül sonuçları var ama aynı zamanda düne kadar devlet politikasının sorgulanmasına yanaşmayanların yeni bir sorgulamaya, daha demokratik güçlerle ittifaka yönelebilmesi gibi bir olanak da getiriyor.

‘KÜÇÜMSENEN HAREKETLER RADİKALLEŞİYOR’

Sokakta en çok var olanların, en yaratıcı biçimlerde var olanların, en özgün örgütlenmeleri geliştirenlerin kadınlar olduğunu görüyoruz. Süreklilik taşıyan, bütün baskılara rağmen hiçbir zaman dinmeyen Kürt mücadelesinin de yanında ekoloji hareketleri de Türkiye’deki en canlı hareketleri oluşturuyor. Bunların öznesi olan güçlere bakılabilir. Büyük kentlerin yaşam tarzını benimseyen, hemşerileriyle başlayan ve bu yanıyla küçümsenen hareketler şimdi daha radikal boyutlar kazanırken büyük ölçüde bir köylü direnişi özelliği de gösteriyor. Doğrudan saldırı altındaki yaşam alanlarını savunan köylülerin harekete geçtiğini görüyoruz ve bunların belli biçimlerde hem aralarında ittifaklar kurduklarını hem de başka mücadelelerle ittifaklar aradıklarını görüyoruz.

Bir taraftan emek aleyhine sermayeye kaynak aktarılması yaşanırken bir yandan da sermaye içinde iktidara yakın bir fraksiyonun beslenmesi, kent talanı ve doğa talanıyla gerçekleştirilmesi dikkatimizi çekiyor. Sanayinin gerilediği bir dönemde büyümenin inşaat, enerji ve madenciliğe, üç alana dayalı olması da böyle bir gösterge. Bunun karşısında da ekoloji direnişlerinin güçlenmesi ve giderek bir sınıf karakteri kazanma eğilimi de göstererek güçlenmesi şaşırtıcı değil. Örneğin hakkını arayan madenci ile ‘KazmaBırak’ diyen ekolojistin birleşmesi potansiyelini de barındırıyor. Çoklu kriz derken verilecek örneklerden bir tanesi budur. Kolay değil ama böyle bir görevimiz de var.

MUHALEFETİN KENDİ TECRİDİ

Mutlak tecrit konusunun birkaç boyutu var. Belki bir yanıyla muhalefetin de kendine uyguladığı bir tecrit var. Zor konuşulan bir konu olmasıyla ilgisi var. İkincisi son yıllar içinde yavaş yavaş Kürt halkının gündemiyle, özgürlük mücadelesi ile Batı’nın demokrasi talepleri arasında köprüler kurulmaya başlanıyor. Bu tartışma Batı’da başka özneleri daha kolay konu edinirken iş tecride ve Öcalan’a geldiği zaman duvarlar büyük ölçüde korunuyor. Bunun tarihsel nedenleri var ama birbirimizi gerçekten anlayacaksak, kendimize de eğer duvar örmeyeceksek, önümüzdeki hakikati anlamak gibi bir çabamız olacaksa, bizi yönetenlerin çizdiği dünyaya razı gelmeyeceksek bunu da konu etmemiz gerekir.

İşin bir tarafı çok basit bir hukuk meselesi. Çünkü yazılı hukuka göre tanımlanmış olan cezanın ötesinde başka hiçbir tutukluya uygulanmayan bir tecrit uygulaması var. Türkiye’nin en büyük dokunulmazlarından biri bu. Dolayısıyla buna karşı çıkmaktan daha doğal bir şey olamaz. Dünyada tek ezilen ulus Türkiye’de değil. Fakat Türkiye’deki özgünlük şu ki; neredeyse Türkiye’yi Kürt halkı, onun örgütlü güçleri ve öncüleri kadar hiç kimse düşünmüyor. Yani neredeyse hiç kimsenin Kürtler kadar bir Türkiye projesi yok. Bu konuda da Öcalan’ın özel bir önemi var. Devletsiz halkların bir ulusal devlete karşı direnirken, karşı çıktıkları yapıyı kendilerinin üretmemesi için nasıl yollar arayacakları sorusuyla yüzleşme derdi olanlar için bir esin kaynağı oluşturuyor.

Biz bu düşünceleri beğenebiliriz, beğenmeyebiliriz. Bunu tartışmaya açmamakla, dinlememize izin verilmemesine razı olmakla hem iki halk arasındaki tecridin sürmesine hem de kendimizle önümüzdeki gerçeklik arasına bir tecrit duvarı koymaya razı olmuş oluyoruz. Biliyorum ki bunun aşılması zor olacak. Bedellerinin dışında kendi zihnimizden kaynaklanan, önyargılarımızdan kaynaklanan zorlukları da var. Ama birlikte yürümek ancak bunları aşarak olacak.