1 Eylül 1939 sabahı, faşist Alman güçleri Polonya’yı işgal ederek, 6 yıl sürecek ve 60 milyon insanın hayatına mal olacak 2. Paylaşım Savaşını başlattı. Kapitalist sistemin, yapısal kriz dönemlerinde teşhir olan yüzü faşizm ile, büyük zaferlerin kazanılacağı ve ırkçı, cinsiyetçi, kültür düşmanı ‘tekçi’ politikalarla kapitalizmin restorasyonunun sağlanacağı hesap ediliyordu. Bu ‘zaferi’ elde etmek için insanlık tarihinde benzeri görülmemiş düzeyde katliamlar, soykırımlar gerçekleştirildi. Yıkıcılığı hiçbir silahla mukayese edilemeyecek kitle imha silahları, atom bombaları geliştirildi, kullanıldı. Fakat, insanlığın binlerce yıllık kümülatif emeğiyle yaratılan onlarca değeri yok edecek şiddette saldırılara rağmen; tarih, sömürü güçlerinin değil, insan olma onurundan bir an için bile olsa vazgeçmeyen direnişçilerin iradesiyle rotasını belirledi. Temelini Büyük Ekim Devrimi’nden alan tarihî Stalingrad Direnişi başta olmak üzere, faşizme karşı boyun eğmeyen halkların kararlı mücadelesiyle ‘1 Eylül’, faşizmin dünyayı zincire vuruşunun değil, insanlığın mücadeleyle sağladığı onurlu barışın sembolü oldu.
Her ne kadar Hitler, Mussolini, Franco gibi kişiliklere özgü arızî bir vaka olarak tanımlanıp anlamsal içeriği sınırlandırılmaya çalışılsa da; faşizm, kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm üçlü mekanizmasıyla ayakları üzerine oturtulan modern iktidarın özünü oluşturmaktadır. ‘Büyük’ sıfatıyla tarihe geçen hiç bir imparatorun sahip olmadığı iktidar, bu üçlü sacayağıyla kapitalist sistemde temerküz edilebilmiştir. İktidarın bu kapsamdaki modernizasyonu, çekirdeğinde savaş gerçeğini taşıyan radyoaktif bir unsur misali ulus-devlet’i siyasal form olarak gerekli kılarken, yaşamın her anına içkin bir öğe olarak savaş gerçekliğinin de zaman ve mekanda boş bir nokta bırakmaksızın toplumsal her alana sirayet etmesini kaçınılmazlaştırmıştır. Patronun işçiye , erkeğin kadına, insanın doğaya, devletin topluma karşı savaşı; bununla birlikte, aile içerisinde sonu gelmeyen şiddet döngüsü, ‘egemen ulus’tan olanın ezilen halklara karşı düşmanlığa varan önyargısı, sanattan spora her alanın içinin boşaltılarak toplumu oyalayan, esaslı sorunlar üzerinden sisteme dönük bilinçli bir tepkiden uzak tutan bir özel savaş silahına dönüştürülmesidir sözkonusu olan. Sistemin içeride topluma karşı yürüttüğü bu çok boyutlu savaşın ‘lebensraum’, yani devletin ‘doğal yaşam alanı’ olarak addettiği yeni yerlere dönük işgal ve kolonileştirme sürecine evrilmesi yapısal savaş gerçekliğinin en son halkası olmaktadır. Faşizmin tanımında olduğu gibi, savaşın tanımında da bu geniş kapsamı görünmez kılmaya dönük ideolojik tanımlamalarla hedeflenen gerçeklik, toplumsal dejenerasyon olmaktadır. Libya’da harcanan kurşunun geçim sıkıntısından intihar etmeye itilen vatandaşın boynuna geçirdiği urgana, dünyaya karşı atılan Türk-İslamcı naraların savaş mağduru Suriyeli göçmene karşı kine, ‘tek millet, tek dil’ şovenizminin köyü boşaltıldığı için Türkiye metropollerine göç etmek durumunda kalmış Kürt gencinin kalbine saplanan hançere, ‘tek adam’ fetişizminin boşanmak istediği için katledilen kadının bedenindeki kurşunlara eşdeğer olduğu, akıl ve vicdan sahibi her birey tarafından görülmektedir.
Türkiye ve Kürdistan halkları ile Akp-Mhp bloğu şahsında cisimleşen iktidar gerçekliği arasındaki yapısal çelişki de bahsedilen genel gidişattan ayrı ele alınamaz şüphesiz. Hitler faşizmi en güçlü göründüğü aşamada tüm yakıtını tüketmiş bulunuyordu ve ulaştığı genişlemenin gerçek anlamda bir büyümeden ziyade balon misali bir şişme olduğu, el attığı yerlerde yıkım dışında hiç bir iz bırakmadan yok olup gittiğinde tüm açıklığıyla görülmekteydi. Avrupa’nın nerdeyse tamamını ele geçirmiş, Sovyetler Birliği’nin de önemli bir kısmını işgali altında tutarken yenilgiden o kadar uzak durmasına rağmen 2 sene gibi kısa bir süre zarfında sığınaklarda yok olmaktan kurtulamadılar. Bugün minberlerde yapılan kılıçlı ritüeller, gözaltına alınan yurttaşlara yapılan işkence görüntülerinin bizzat kolluk güçleri tarafından sosyal medyaya servis edilmesi, kadına ve özellikle de Kürt kadınına yönelik tecavüz ve cinayet pratiğinin ödüllendirilir halde oluşu, ve daha da arttırılabilecek bir çok örnek şiddetin akp-mhp bloğu için tek kutsal olduğunu göstermektedir. İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etmeye dönük hamleler, yine adil yargılama hakkını yok sayan ‘adalet’ gerçekliği de ‘şiddete tapma’ halinin dışavurumu olmaktadır. Sadece toplumu sindirmek, korkutmak vs için değil, hiç bir nizama uydurma gereği duymadan katıksız bir şiddetle varlığını, bekasını sağlayabileceğini anlayan iktidar, şiddeti aleni bir tapınç gerekçesine dönüştürmeye çalışmaktadır. ‘Minberde Kılıç’ ritüeli bunun en açık ifadesi olmaktadır. Şiddet ve topluma karşı savaş gerçeği bu iktidarın yegane varlık koşuludur. Bu gerçeğin bu kadar açık bir şekilde teşhir edilmiş olması, açıktır ki güçten ziyade güçsüzlüğün, otorite kuramama halinin göstergesi olmaktadır. Nitekim 5 yıllık kapsamlı savaş konseptine karşı direnenler direnişlerinden hiç bir koşul altında taviz vermezken, Akp-mhp ittifakına dönük toplumsal desteğin günden güne erimesi de bir pasif tepki olarak anlam bulmaktadır. Rıza üretemeyen, daha fazla sorgulanır hale gelen, meşruiyetini tamamen kaybetmiş siyasal iktidar topluma karşı bekçi-polis üzerinden sağladığı sistemli şiddet pratikleri ile yalnızca ömrünü uzatmak için değil, şiddet, tecavüz ve cinayetlere daha belirgin bir konum atfettiği bir ideolojiyle kendi restorasyonunu sağlamaya çalışmaktadır.
Kürt sorunu ve bağlantılı birçok sorunun çözümü önündeki en büyük engel olarak Türkiye ve Kürdistan toplumunun önünde duran ‘İmralı Tecridi’ de bu anlayıştan bağımsız değildir. Akp- Mhp iktidar bloğunun Kürt sorununun çözüme kavuşması , barışın, huzurun, adaletin tesis edilmesi gibi bir gündemleri yoktur, olamaz. İmralı’da Sayın Abdullah Öcalan şahsında bir bütün Türkiye ve Kürdistan halklarının tecride alındığı, özgürlük alanının olabildiğine daraltıldığı açıktır.
Gelinen aşamada, elde bulunan tüm veriler, bu sistemin kabul edilemez ve yaşanılamaz olduğunu ifşa etmektedir. HDK olarak, burjuvazinin illüzyon oluşturmaya dönük kof hümanizmi ve mücadelesizlik zemininde, pasifist bir içerikle sunmaya kalkıştığı ‘barış’a karşı, yeni yaşamı yaratma iddiası ve iradesine sahip olan, bunun için de gözünü budaktan sakınmadan mücadele bilincini yükselten kadının, gençliğin, emekçinin yarattığı barışla geleceğin kurulacağını vurguluyor; devrimci, demokrat, yurtsever tüm özgürlük ve onurlu barış savunucularının mücadelesini sahiplenip, büyütmeyi asalet yüklü bir barışın gereği olarak görüyoruz.
Halkların Demokratik Kongresi
Yürütme Kurulu