HDK Yürütme Kurulu Üyesi Salih Zeki Tombak, iktidarın sınır ötesi operasyonlarla izlediği yöntemi, yaşanan iktisadi krizi ve gündemdeki güncel ve tarihsel başlıkları HDK’nin Sözü canlı yayınında değerlendirdi.
Covid-19 pandemisi tüm dünyada olduğu Türkiye’de de başlıca gündem haline gelmişken hükümetin iç ve dış siyasette uyguladığı politika hız kesmeden devam ediyor. Krizin yükünün emekçilere fatura edilmesi ve yaklaşan 1 Mayıs güncel sınıfsal sorunların yakıcılığının göstergesi. Süryani ve Ermeni halklarına dönük katliamların yıldönümünde hala katliamlar tarihiyle yüzleşilmeden TBMM’nin 100. yılı kutlandı. Her hafta gerçekleştirdiğimiz HDK’nin Sözü programının bu bölümünde HDK Yürütme Kurulu Üyesi Salih Zeki Tombak ile gündemdeki önemli başlıkları konuştuk.
Pandemi süreci öncesinde hem iktidarın hem de kamuoyunun gündeminde savaş ve sınır ötesi operasyonlar vardı. Pandemi süreciyle birlikte bu gündemlerde değişim yaşandı mı?
İktidar bize bir gündem sundu ve bu gündemden başka bir şeyle ilgilenmeyin dedi. Televizyon kanalları yirmi dört saat bu konuyu konuşuyor. Fakat biz salgının gerçek sonuçlarını görmüyoruz. Sadece magazin kısmıyla meşgul olmamızı isteyen bir iktidar var.
5 Mart’ta Erdoğan, Putin ile bir görüşme yapmıştı. Çünkü İdlib’de çok sayıda asker hayatını kaybetmişti. Salgınla beraber o gündem kayboldu. Ama iktidar kendi gündemine devam ediyor. Kuzey Irak’ta hava saldırıları, Pençe operasyonları devam ediyor. İdlib’de, M4 karayolunun hem güneyinde hem kuzeyinde, 6 kilometrelik bir şerit üzerinde devriye gezilecek denmişti. Bu devriyeler yapılamadı. 60-70 kilometrelik bir güzergah yerine 2 kilometrelik bir güzergah izlendi ve sanıyorum o sırada, HTŞ’nin açtığı ateş sonucunda, 8 TSK mensubu öldü. Sonra o bölgede bir sessizlik oldu. Sessizliğin sebebi şu; Türkiye ÖSO mensubu 8 bin kişiyi Libya’ya göndermiş. 2 bin kişi de Antep’te, Kayseri’de eğitim görüyor. Onlar da Libya’ya gidecekler. Yabancı basında gördüğümüz üzere Türkiye, HTŞ’ye bir üniforma değişikliği yaptırmaya çalışıyor. Yani bütün dünyanın ve Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği HTŞ üyelerini Suriye Milli Ordusu üniformasıyla askere almaya çalışıyorlar. Buna direnen HTŞ komutanlarından bazılarının faili meçhul şekilde öldürüldüğüne dair haberler var. HTŞ içinden bir kısım insanı alarak, Libya’ya göndermek suretiyle orada bir seyreltme yapıyorlar.
Diğer taraftan Mart başında İdlib’de 10-12 bin asker vardı, ki orası çok küçük bir bölgedir, şu anda 22 bin asker var. 57-58 adet üs bölgesi yapıldı ve her an bir kıvılcımla patlayabilecek hale geldi orası. Rusya şu an ‘bir an önce HTŞ’yi M4 karayolunun güneyinden temizleyin’ diye Türkiye’yi sıkıştırmıyor. Çünkü onlar da Suriye’de beraber çalıştıkları bir miktar sivil gücü Mısır üzerinden Libya’ya sokmuş durumdalar. Yani İdlib’de her an patlayabilir bir barut fıçısı var. İkinci olarak Kuzey Irak’ta operasyonlar devam ediyor ve vekalet savaşlarının yeni sahası olan Libya’ya herkes güç yığıyor.
“Olağanüstü Rejimi Olağan Hale Getirdiler”
Libya’ya büyük miktarda İHA, SİHA taşındı, hava savunma sistemleri kuruldu, zırhlı araçlar taşındı ve Sarraj hükümetine ciddi bir askeri danışmanlık hizmeti veriliyor. Personel Türkiye’den, parayı da Katar ödüyor. İhvancı basında Erdoğan’ın şahsi ordusu adı verilen SADAT’ın da orada ciddi bir mevcudiyeti var. Bunlara ek olarak sahilde 3 adet fırkateyn var ve bu fırkateynler zaman zaman çatışmalara da giriyorlar. Savunma Bakanlığı 17 Nisan’da deniz ve hava kuvvetlerinin Akdeniz’de ortak tatbikat yaptığını söylemişti. Tabi bunu da yabancı basından takip ettik. Her an hava kuvvetlerinin ve deniz kuvvetlerinin çatışmaya girebileceği bir eşikte durulduğunun işareti verildi.
Türkiye ne satmak isterse Sarraj hükümeti alıyor. Bu süreçte en az 2 milyar dolar değerinde silah satıldı. Aynı zamanda Libya’nın petrolünün Türkiye’ye ait tankerler tarafından Ukrayna’ya pazarlandığına dair haberler var. Biz korona ile meşgulken iktidar petrol ve silah ticareti yapıyor ama bu paralar Türkiye’nin hazinesine gelmiyor. Damat Bayraktar’ın ya da Ethem Sancak’ın şirketinin kasasına gidiyor. Savaşın finansmanı bizde, karı iktidarın elinde olacak biçimde bir sistem kurmuş durumdalar.
Erdoğan, “Pandemiden sonra düşünmemiz lazım” dedi. Çünkü pandemiden sonra onlar için yine olağan üstü bir durum lazım. Sürekli olağan üstü durumlar yaratarak Türkiye’deki olağanüstü rejimi olağan hale getirdiler, getirmeye de devam edecekler.
İktidar bu dönemde insan yaşamını ön planda tutan bir politika izlemek yerine, sizin de söylediğiniz gibi, kendi politikasını uygulamaya devam ediyor. Aynı zamanda rant anlayışından vazgeçmeyen bir işleyiş görüyoruz. Bu rant politikasının hem ekolojik anlamda hem de ekonomik anlamda etkileri kaldırılabilir, sürdürülebilir etkiler mi?
Pandeminin ne kadar büyük bir tehdit olduğunu anlamış değiller. Örneğin pandemi Türkiye’de açıklandığı gibi HDP’li 8 belediyeye kayyum atadılar. Salgını bir fırsat olarak görüyorlar. Kaz Dağları’nda nöbet tutan 1’i çocuk toplam 7 kişi var. Şirket ağaç kesiyor mu diye her gün dron ile dağın tepesini kontrol ediyorlar. Bu kişilere, İl Hıfzıssıhha Müdürlüğü’nden yazı yazılarak salgın tehlikesi var orayı boşaltın, dron da uçurmayın deniyor. Size para cezası keseceğiz, yine de gitmezseniz Jandarma ile gelip çıkaracağız diyorlar. Birincisi fırsatçılık yapıyorlar, ikincisi de havalar düzelince orada sayı çoğalabilir, insanlar gelip çadırlarını kurabilir diye vakit varken göndermek istiyorlar.
Salda gölünün kumlarını çaldılar. Ayyuka çıkınca kumlar getirildi ve şimdi yeniden plaja seriliyor. Bursa’da, Kirazlı’da, Muğla’da ve çeşitli yerlerde maden şirketleri sürekli ağaç kesiyor. HDK, HDP ve diğer demokrasi güçleri bunları engellemeye çalışıyor. Hem dünyada bir iklim krizi yaşanıyor, hem de Türkiye’de ekolojik tahribat hat safhada. Dünya denizleri çok kirlidir, Türkiye denizleri hat safhada kirlidir. Hiç gündemlerini değiştirmeden devam etmeleri daha önce de söylediğim gibi konuyu kavramamakla ilgili bir şey.
Borçlar Halkın Sırtına
Aslında salgın başlamadan önce Türkiye çok büyük bir ekonomik krizin içindeydi zaten. Şimdi de çöküşe doğru gidiyoruz. Rahip Brunson’ı uçağa bindirip gönderince dolar 7’den 5’e indi. Dolar tekrar yükselmesin diye Merkez Bankası döviz rezervlerini kamu bankaları üzerinden piyasaya sürdü. Yetmedi bankaların döviz hesaplarının teminatını olan 97 milyar dolar tutarında emanet parayı da piyasaya sürdü. Şubat ayı sonunda piyasaya 52 milyar dolar para verdiler ve o paralar gitti, dolar da şu an 7 oranında.
Geçtiğimiz sene işsizlik sigortasının 131 milyar tutarındaki parasını ve Merkez Bankası’nın yedek akçelerini yedikleri halde yine de 100 milyar tutarında bir bütçe açığı vardı. Bu sene bütçe açığı çok daha büyüyecek. Neyle kapatacaklar? Para basarak. Son 1 ay içinde 55 milyar tutarında para basıldı ama bu 55 milyara ne olduğu hakkında herhangi bir şeffaflığa rastlayamıyoruz. 2001 krizinde İMF ile yapılan bir anlaşmadaki şeffaflık şartı yok olup gitti. Şu an Türkiye’de yabancı sermaye kalmadı, herkes kaçtı. Kaçamayanlar da kaçmak için fırsat kolluyorlar. Dövize ihtiyaç duyup hiçbir yerden bulamadıkları için en son Bankacılık Düzenleme Kurulu, bankalara dedi ki; elinizdeki dövizleri getirin, yurt dışından borç bulun getirin ben size devlet tahvili vereyim. Bankalar ellerindeki her şeyi Merkez Bankası’na teslim etsin ve hükümet de tercihlerine göre harcasın istiyorlar. Yani şu an özel bankalara sinirlenmelerinin gerekçesi bu. Dünyanın hiçbir yerinden, takas piyasasından para bulamıyorlar. Çünkü dışarda hiçbir teminatları yok ve Merkez Bankası bağımsız bir kuruluş değil, hatta Erdoğan’ın şahsi bankası. İMF’ye gidemiyorlar, çünkü İMF, defterleri masanın üzerine koy, beraber bakalım diyor. Sonuç olarak bir güven sorunu var. Bu hükümet açısından deniz bitti.
Türkiye’de eğer başka bir gelişme olmazsa, bizden doğru bir gelişme olmazsa; içerde ve dışarda sermayedarlara, dünya kapitalizmine güven veren bir hükümet kurulacak, İMF’den para alacak ve bütün borçları da halkın sırtına öyle yükleyecekler ki bizim çocuklarımız Erdoğan ve ekibinin yediklerini önümüzdeki 30-40 yıl ödeyecek.
Birlikte Bir Gelecek Kurulabilir
Türkiye’de halklar açısından bir başka tarihsel gündemimiz de var. Süryani ve Ermeni halklarına dönük katliamların yıldönümü ile TBMM’nin kuruluş yıldönümünü bir arada yaşıyoruz. 100. yılına adım atan TBMM’nin tarihinde, bunun yanı sıra Cumhuriyet tarihinde halkların yaşadığı katliamları nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’de burjuvazinin iktidara tırmanış sürecinin ilk büyük ve ağır suçu Ermeni Soykırımı. Ermenilerin sadece soylarını kırmadılar, aynı zamanda mallarına da çöktüler. Türkiye burjuvazisi bununla yüzleşmediği için hiç ders almadan devam ediyor. Cumhuriyet tarihi, daha Kurtuluş Savaşı’nın içinde başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimlerin tasfiye edildiği, Topal Osman gibi birinin merhametine teslim edildiği, gavur diyerek muamele edildiği bir tarih.
Cumhuriyet tarihi belirli şeylerin tarihidir. Dersim’de, önce kolordu seviyesinde harekat planlıyorsun, sonra da ‘siz ayaklandınız’ diyorsun. Ufak tefek her ayaklanmayı darağaçları kurarak bastırdılar ki bir daha bölünme yaşamasınlar. Çünkü 1829 Yunan Ayaklanması’ndan beri bu ülkenin bürokrasisinin, askerinin aklında bölünme korkusu var. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan evvel de Ekim Devrimi olmuştu. Tabii bu korku da daha sınıfsal bir korku. Bu iki korku arasına sıkıştırdılar ülkeyi.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, sonra 28 Şubat derken her darbeden sonra devlet biraz daha illegalitesi bol, halka karşı işlenen suçları himaye etmek üzerine inşa edilmiş bir devlete dönüştü. 1980 sonrası özellikle Kürt Siyasi Hareketi’ne karşı sadece güvenlik güçleri değil; sivil bürokrasisi, ekonomisi, yargısı, medyası hep beraber nasıl bitiririz diye uğraştı. Cumhuriyetin ilk projesidir zorla asimilasyon ve Kürt kimliğini yok etmek. Edemedin. Şimdi edebilecek misin? Yine edemeyeceksin. Ama bu kör gidiş devam ettiği sürece de kendi sonlarını getirecekler. Çünkü zengin ve insani beslenme kaynağı olan bir coğrafya. Bu coğrafyada 100 yıl bir parantezdir, kapanır gider. Burada halkların birlikte yeni bir hayat inşa edeceği, üretenlerin birlikte yaşamı inşa edeceği bir gelecek kurulabilir. Türkiye’nin bundan başka da şansı yok. Türkiye’nin tek şansı şimdi düşman olduğu şeyler nelerse onlardır. Halklardır, emekçi sınıflardır, çalışan ve üreten insanlardır. Biz yeni bir hayat kuracağız ve Türkiye’yi başka bir ülke haline getireceğiz.
“Dayanışmayı Bizden Öğreniyorlar”
İşçiler, emekçiler için önemli bir haftaya girdik ve önümüzde 1 Mayıs var. Bu hafta üzerine neler söylemek istersiniz? HDK neler düşünüyor?
İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü. Eskiden “DİSK neredeyse biz oradayız” denirdi. Şimdi DİSK, KESK, TMMOB, TTB dörtlüsü var. Emek ve meslek örgütlerinin çizdikleri çerçeveyi güçlendirmek için biz neler yapabiliriz, bunun içinde basıl yer almamız gerektiğini planlıyoruz. Muhtemelen 1 Mayıs yine ağır kısıtlamalarla yaşanacak. 1 güne sığdırmayacağız. Özellikle ilk bir haftanın her gününü 1 Mayıs yapacağız. Dayanışma Ağları ile yoksulların, imkanı kısıtlı olanların; ekmeğini bölüştüğü, bu anlamda kardeşleştiği bir dönem yaşıyoruz. 1Mayıs’ta bunun altını kuvvetlice çizmemiz lazım.
Devlet her şeyi bizden öğreniyor. Dayanışmayı da bizden öğreniyor. Kendiliğinden icra ettikleri yegane şey kötülüktür. Son derece organize bir kötülüktür. Ne soykırımları biter, ne kötülükleri biter. Bitecekse biz bitireceğiz. 1 Mayıs’ın bu kötülüğe karşı emekçilerin, yoksulların, halkların mücadelesini büyüten bir adım olmasını dilerim.