Cumartesi Anneleri/İnsanları eylemlerinin 800. haftasını geride bırakırken Meclislerin Sözü canlı yayınında İHD Kayıplar Komisyonu Üyesi Sebla Arcan ile 800 haftadır bitmeyen ve devam etmekte olan gözaltında kaybedilmeye karşı mücadeleyi konuştuk. Zorla kaybetmelerin farklı ülkelerdeki örneklerini de ele alarak Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet tarihine ve 2015 yılından itibaren daha da sertleşen siyasi atmosferden bu yana gözaltında kayıplara dair yaşanan gelişmeleri değerlendirdik.
Recep Tayyip Erdoğan 2011 yılında Cumartesi Anneleri’ni kabul ederek, “Acılarınızı dindireceğiz.” dedi. 25 Ağustos 2018 tarihinde ise Galatasaray Lisesi önü, gerçekleştirilmek istenen 700. hafta etkinliğinde Cumartesi Anneleri’ne yasaklandı. Galatasaray Lisesi önünde 100 haftadır eylem yapamıyorsunuz. Devletin bu politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gözaltında kaybetmeler dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bir devlet politikası olarak uygulandı. Devletler gözaltında kaybetmeyi insanların izleri silinsin, konu bir daha gündeme gelmesin, unutulup gitsin diye yaparlar. Bunun için kaybedilen insanlardan geriye hiçbir iz bırakmazlar. Kayıplar için mücadele edenler devletin örtbas etmek istediği bu insanlık suçunu açığa çıkarırlar. Yani bir anlamda onların oyununu bozarlar. Kaybetmelerle mücadele eden gerek aileler, gerek hak savunucuları devletin meşruiyetini sorgularlar. Bir devletin hukuk devleti olup olmadığının ölçüsüdür onlar. Bu nedenle gözaltında kaybetmeler devletin inkarına karşı hakikati öne sürdüğü için, hakikate sahip çıktığı için, bütün hak ihlallerine karşı adalet talep ettiği için dünyanın her yerinde en zorlu mücadeledir.
Ararken Kaybedildiler
Zorla kaybetmelerle ilgili mücadele; samanlıkta iğne aramak, okyanusta kum tanesi saymak, yağlı urgana tırmanmak gibi bir mücadeledir. Çünkü varlığı inkar edileni arıyorsunuz. Örneğin Latin Amerika’da bir kayıp yakını demişti ki; “Ölü bedenin inandırıcılığı olmadan bir kişinin öldürüldüğünü iddia etmek ve bunu kanıtlamak dünyanın en zor işi.”. Çünkü bu inkar yalnızca güvenlik güçleri tarafından yürütülen bir inkar değil. Devletin bütün organlarıyla birlikte yaptığı, işlediği bir suç ve devletin ilgili bütün organlarının örtbas etmesiyle kapatılmış bir suç. Dolayısıyla siz bu suça karşı çıktığınız zaman devletin bütün organlarını hedef almış oluyorsunuz. Bu yüzden de devletler en acımasız saldırıları gözaltında kayıplarla mücadele edenlere yöneltirler. Şili’de de böyle oldu, Arjantin’de de böyle oldu, Guatemala’da da böyle oldu. Oralarda kayıplarını aramak için mücadele eden ailelerden gözaltında kaybedilenler oldu. Türkiye’de de oldu. Örneğin Bulut ailesi, 1 kişiyi ararken 5 kişi kaybedildiler. Zorlu bir mücadele ve devletin bütün şiddetiyle Cumartesi Anneleri’nin üzerine gelmesi de bu nedenle.
2011’de Cumartesi Anneleri Dolmabahçe’ye davet edildi. O toplantıda ben de vardım. Cumartesi Anneleri’nin o zaman hak olarak görülen faaliyetleri şimdi ne oldu da terör faaliyetine dönüştü? Meşru eylemlerini yaptıkları Galatasaray Meydanı nasıl oldu da şimdi terör faaliyeti yürütülen mekan haline geldi? O zaman iktidar; insan hakları, Avrupa Birliği, demokrasi gibi söylemlerle insanları yanına çekmek ve muhaliflerini bertaraf etmek istiyordu. Bu söylemler pek çok kesim tarafından da sempatiyle karşılanmıştı. Biz hiçbir zaman bu söylemlerin doğru olabileceğini düşünmemiştik. Bu davete giderken bile düşünmemiştik. Ama Cumartesi Anneleri devletin en tepesindeki insana, birinci ağızdan, kendi sorunlarını aktaracaklardı. Erdoğan ve etrafındakiler çok büyük bir dikkatle izlediler, çok etkilenmiş göründüler. Erdoğan ertesi gün televizyonlara çıkarak bir konuşma yaptı. Milletvekilleri onu gözyaşları içinde dinlediler. Erdoğan ailelere ve kamuoyuna yaptığı açıklamada, “Sizin sorununuz kabinemin sorunudur.” demişti.
Cumartesi Anneleri 800. Hafta
İktidar bütün muhaliflerini diskalifiye ettikten sonra, devletin bütün organlarını ele geçirdikten sonra bugün yaşadığımız rejime döndük. İnsan haklarının, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, hak ve özgürlük talebinin yalnızca kağıtlarda yazılı olduğu bir dönemdeyiz. Eğer iktidar gibi düşünmüyorsanız artık size yaşam hakkı yok. Oysa bizimle görüştükleri zaman çoğulculuktan, demokrasiden bahsediyorlardı.
Baskıcı rejimler bunu dünyanın her yerinde uygular. Latin Amerika’daki darbelerin ve gözaltında kaybetmelerin sorumluları olan generaller şöyle demişlerdi; “Önce militanları hedef aldık sonra sempatizanları… En son da bizim gibi düşünmeyenleri.”. Türkiye’de de geldiğimiz nokta bizim gibi düşünmeyenler noktası. Yani devletin egemen düşüncesine, söylemine karşı çıkanların hedef alındığı bir nokta. Oysa biz yurttaşlar olarak iktidarın söylemine katılmak zorunda değiliz. Eğer biz iktidarın söylemlerine karşıysak ve bu söylemi beğenmiyorsak onunla mücadele etme hakkına sahibiz.
Galatasaray Meydanı’nı, Cumartesi Anneleri’ne özellikle yasaklamalarının bir nedeni de Türkiye’nin en meşru, toplum nezdinde kabul görmüş eylemini yasaklayarak diğer insanlara gözdağı vermektir. 800. haftada karanfil bile atamadık. Polis şefleri bize dediler ki, “Ama burası yasak bölge”. Şehrimizin, kentimizin en işlek caddesinde vatandaşa kapatılmış bölgeler var. 12 Eylül’de bile yasaklanmış bölge yoktu. Bugün artık Türkiye’de yasaklanmış bölgeler var. Bizimle birlikte bir eylem noktasına dönüşmüştü Galatasaray Meydanı. Artık orada hiç kimse bir şey yapamıyor, 24 saat ağır silahlı polisler tarafından abluka altında.
2011 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumartesi Anneleri ile görüşmesi aynı zamanda kayıpların devletin en üst kademeleri tarafından kabul edilmesi anlamını taşır mı? Bunun yanı sıra cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan kaybetmeleri düşündüğümüzde bunu bir devlet politikası olarak değerlendirebilir miyiz?
Yapılan görüşmeden sonra Erdoğan talimat verdi ve Cemil Kırbayır ile ilgili de bir komisyon kuruldu. Cemil Kırbayır, 12 Eylül’ün ilk gözaltında kaybedilenidir. Annesi, Berfo anne de o zaman 103 yaşındaydı ve o toplantıda vardı. Kurulan komisyon 350 sayfalık bir rapor hazırladı. Cemil Kırbayır’ın firar etmediğini, gözaltında işkenceyle öldürüldüğünü ve bedeninin kaybedildiğini komisyon kabul etti. Bu raporda işkencecilerin, MİT mensuplarının, bütün sorumluların isimleri vardı. Meclis bu kişileri çağırdı ve ifadelerini aldı. Hatta geçici görevle 20 gün çaycılık yapan bir görevlinin bile ifadesi alındı. Yani devlet isterse kayıtlarda her şey var. Bu 350 sayfalık rapor aslında yalnızca Cemil Kırbayır raporu değildir. Bizim meydanlarda, alanlarda haykırdığımız; kayıplarımız nerede, kayıplarımıza ne oldu sorusunun cevabıdır. Bütün kayıpların başına gelenin hikayesidir. Burada bütün detaylarıyla Cemil Kırbayır’ın kaybedilme hikayesi olduğu gibi anlatıldı ve bütün işkencecilerin ifadeleri alındı. Sonra o raporla ilgili meclis kendisi suç duyurusunda bulundu ve hala o rapor savcılığın tozlu raflarında bekliyor.
“Toplu kaybetmeler İstanbul’da başladı”
Devletin en üst kademelerindekiler tarafından gözaltında kaybetme gerçeği kabul edildi. Kabul edilmekle kalmadı raporlaştırıldı. Devletin resmi kayıtlarına girdi. Devlet insanları gözaltında kaybettiğini itiraf etti. Ama sonuç alabilmek için bu hedefleyen bir siyasi irade olması lazım. Erdoğan başlangıcı yaptı ama bu siyasi iradeyi göstermedi. Demokratikleşme, insan hakları, barış konularında bir siyasi irade göstermedi.
Zorla kaybetmeler Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e mirastır. 24 Nisan 1915’te 250 Ermeni aydın gözaltına alınmıştır ve bunlardan 174’ü bir daha geri dönememiştir. Bu tipik bir gözaltında toplu kaybetme vakasıdır.
Literatürde zorla kaybetmeler Nazi Almanyası ile başlatılır. Biz gittiğimiz her yerde ise şunu söylüyoruz, “Hayır! Türkiye’de İstanbul’da başladı toplu gözaltında kaybetmelerin tarihi.”. Bizim tespit ettiğimiz ilk kayıp da tütün işçilerinin lideri olan Salih Bozışık, 1936 yılında kaybediliyor. Biliyorsunuz Marko Paşa dergisiyle, yazdığı romanlarla, öykülerle iktidarı hedef alan, sosyalist kimliğini açık ve net ortaya koyan Sabahattin Ali de 1948’de gözaltında kaybedildi. Ama o döneme kadar gözaltında kaybetmelerin bir devlet politikası olarak uygulandığını söylemek mümkün değil. 12 Eylül’e kadar da 5 kişi gözaltında kaybedilmiş oldu. 12 Eylül’de de 15 kişi gözaltında kaybedildi. Yine sistematik bir devlet politikasından bahsetmiyoruz. Asıl sistematik devlet politikası haline gelmesi 90’lardır.
“Gözaltında kaybetmeler bir sistem sorunudur”
90’larda 12 Eylül’ün ölü toprağını üzerinden atmaya çalışan toplum hak ve özgürlük talep etmeye başladı. Olağanüstü hal bölgesinde Kürt halkı, Batı’da hak ve özgürlük talep eden sosyalistler ve diğer insanlar bu suçun hedefi haline geldiler. Dolayısıyla bu bir devlet politikası haline geldi ve bir iktidar diğerinden miras alarak bunu kullandı. Gözaltında kaybetme suçunun işlenebilmesi için mutlaka olması gereken birkaç şey var. Bunlardan biri cezasızlıktır. Zorla kaybetme suçunun emrini veren de bu suçu uygulayan da şunu bilir; bana bir şey olmaz. Olmadı da. Bu insanlar içişleri bakanı, adalet bakanı, vali, emniyet genel müdürü ya da bölge komutanları oldular. Cezasızlık Türkiye’nin en önemli problemi.
Zorla kaybetmelerin bir diğer yanı da basın özgürlüğü. İnsanlığa karşı bu tür suçların işlenebilmesi için özgür basının, özgür akademinin olmaması lazım. Türkiye’de sanırım 130 hukuk fakültesi var. Bu hukuk fakültelerinden hangisi ağır hak ihlallerine karşı sesini çıkarıyor. Yani sac ayakları gibi düşünün. Bu suçların işlenebilmesi için cezasızlık olacak, basın özgür olmayacak, özgür akademi olmayacak ve en önemlisi tabi ki yargı da bağımsız olmayacak. Bunlar tek tek kurumların suçu olabilir mi? Olamaz. Bunlar örgütlü bir faaliyetin sonucu. Yani öyle bir sistem var ki bu sistem yargıyı da basını da her şeyi de bu hale getiriyor. O zaman şunu söyleyebiliriz; gözaltında kaybetmeler bir sistem sorunudur.
Son yıllarda yaşadıklarımız geçmişte yaşadıklarımızdan çok farklı. Türkiye’de insan hakları, demokrasi, basın özgürlüğü ya da bağımsız yargı vardı demiyorum. Ama keyfiyet hiçbir zaman bu kadar yaygın değildi. Yargı bile bir suçu örtbas etmek istediğinde kendine dayanak arardı. Bugün artık hiçbirine ihtiyaç yok. Ben yaptım oldu, ben dedim oldu noktasındayız. Anayasa’nın devlet tarafından ihlal edildiği bir dönemdeyiz.
Birçok açıdan içinde bulunduğumuz dönemin 80’leri aşan bir noktada olduğunu söylüyorsunuz. Bunu aynı zamanda yeni bir sisteme geçiş olarak mı tarif etmeliyiz?
Yeni bir sistem değil. Sistemin kendi varlığını sürdürmek için zaman zaman kullandığı yöntem farklılıkları diyebiliriz. Sistem her zaman bütün yurttaşları kendisinin istediği kalıba dökmeyi istiyor. Bugün bunu bu yöntemlerle yapıyor, 12 Eylül’de askeri darbeyle yapmıştı, Menderes zamanında farklı yöntemlerle yapmıştı. Ama dünya değişiyor, sistemler değişiyor, herşey değişiyor. Devlet her dönemde vatandaşı tek kalıba dökmenin yöntemini de değiştiriyor. Dolayısıyla sistemin yeniden organize olması diyebiliriz. Ama organize olurken de açık ve net olan şu; hak ve özgürlük talep edenler düşmanlaştırılacak ve herkesin iktidarların düşündüğü gibi düşünmesi sağlanacak. Bugün yaşadığımız da bu. Benim gibi yaşamayana hayat hakkı yok diyen bir yönetimle karşı karşıyayız.
Kayıpların sosyokültürel ve politik benzerliklerine dair İHD’nin ayrıntılı bir çalışması var mı? Bunun genel çizelgesini oluşturmak istediğimizde nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza?
Latin Amerika’da Che Guevara 32 yıl mezarsız kalmıştır. İspanyol edebiyatının dünyadaki en önemli ismi Federico Garcia Lorca hala mezarsızdır. Sabahattin Ali hala mezarsızdır. İnsanları mezarsız bırakmanın bir anlamı var.
Tarihçiler ve antropologlar diyorlar ki; tarih ve kültür mezarda başlar. Çünkü insanlar yaşamlarının izlerini mezarlarında bırakırlar. O zaman mezarsızlığın da bir anlamı olmak zorunda. Kimler mezarsız bırakılmak istenir? Bu soruyu sormak lazım. Muhalif olan, toplum üzerinde etkisi olan insanlardır. Örneğin Vedat Aydın gibi. Mesela Vedat Aydın şöyle bilinir; evinden gözaltına alınmıştır, sonra bedeni bir yerde bulunmuştur. Hayır öyle değil. Vedat Aydın, bir ifadesi var denilerek evinden gözaltına alınmıştır ve bir mezarlıkta kimliği meçhul kişi olarak bulunmuştur. Yani kimliği meçhul kişi olarak defnedilmiş ve kaybedilmek istenmiştir. Mesela bir onun gibi insanlar var, yani topluma önderlik eden. Bir diğeri de sosyalist mücadelenin ya da diğer hak mücadelelerinin içinde aktif olan insanlar. Mesela İnsan Hakları Derneği’nin Elazığ Şube Başkanı Avukat Metin Can ve Doktor Hasan Kaya. Bunlar bizim şubemizin yöneticileri ve bu mücadeleden vazgeçmeleri için tehdit edildikleri halde vazgeçmedikleri için kaybedilmişler. Mesela Şevket Epözdemir. İHD temsilcisi, kayıp gazeteci Ferhat Tepe’nin avukatı. Bütün tehditlere rağmen avukatlıktan vazgeçmediği için öldürülmüştür. Bir bu grup var. Bir diğeri de Türkiye’deki kayıpların yaklaşık %85’ini oluşturan Kürt köylüleri. 25 çocuk var. Kadınlar var. Bunlar gözdağı için kaybedilenler.
Kaybedilenler Türkiye’nin Renkleri
Kaybedilen köylülerin ağırlıklı kısmının çocukları ya da ailesinden birileri dağa gitmiştir. Köylülerin bir politik faaliyeti olmasına ihtiyaç görülmez. Bir cezalandırma yöntemi olarak kaybedilirler. Ama ortak nokta olarak derseniz, evet muhaliftirler, hak ve özgürlük mücadelesi yürüten insanlardır. Ama tamamı böyle midir derseniz, hayır içlerinde hiçbir politik faaliyet yürütmeyen, Hanife annenin oğlu Murat Yıldız gibi adli nedenlerle gözaltına alınan ama işkencenin dozu yüksek olduğu için öldürüldüğünü tahmin ettiğimiz kişiler de var. Ama muhalif olmakla, hak ve özgürlük mücadelesi yürütmekle yakından bağlantılı bir durum. Ayrıca çok geniş bir yaygınlığı var. Etnik aidiyet, inançsal aidiyet, hatta düşünsel aidiyet açısından çok çeşitlilik var. Yani kaybedilenler homojen bir yapı değil. Türkiye’nin bütün renkleri aslında var. Kayıp yakınları da kaybedilenler de Türkiye’nin bütün renkleri. Ama çok büyük bir çoğunluk olağanüstü hal bölgesinde yaşayan Kürtlerden oluşuyor.
Kürdistan’da OHAL süreçlerindeki kayıpları ve faili meçhulleri hem hukuki olarak hem de tanım olarak nasıl bir ayrımla ifade etmeliyiz?
Devlet bir dönem olağanüstü hal bölgesinde yargısız infaz denebilecek suçu yoğun olarak işledi. Sonrasındaki bir dönem de gözaltında kaybetmeler… 94-95 yılları zirve yaptığı noktadır. 94 yılında 500’ün üzerinde kayıp iddiası gündeme gelmiştir. O dönemde bir kişinin, “Benim yakınım gözaltına alındı, ondan haber alamıyorum.” diyerek İnsan Hakları Derneği’ne başvurması gerçekten çok büyük bedel ödemeyi göze almak demekti.
Köyleri yakılarak bu insanlar Türkiye’nin dört bir yanına dağıtıldılar. Gittikleri her yerde bunu gizlemeye, diğer çocuklarını korumaya çalıştılar. O yüzden sağlıklı sayılar değil ama 500 başvuru var.
Bir kişi devletin güvenlik güçleri ya da devletle bağlantılı güçler ve yahut da devletin göz yumması sonucu hareket eden kişiler tarafından; gözaltına alınır, sorgulanır ve o kişilerin gözaltına alındıkları inkar edilirse bu bir gözaltında kaybetmedir. Birleşmiş Milletler’in tanımına göre de zorla kaybetmedir.
“Tanıklık en önemli delildir”
Faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ya da diğerlerinde gözaltına alma durumu, sorgulama durumu yok. Ayrım bu. Bir ölü beden varsa ortada otopsiyle ya da bir sürü yöntemle o suçun nasıl işlendiğine dair ailesi ya da hak savunucuları pek çok yol yöntem geliştirebilir. Gözaltında kaybetmede ise devletin, “Böyle bir kişi gözaltına alınmadı.” dediği noktada sizin hukuken yapacağınız bir şey kalmıyor.
Gözaltında kaybedilen insanların %95’i gözaltına alınırken ya da sorguda tanıkları olan insanlar. Uluslararası hukuka göre gözaltında kaybetme davalarında tanıklık en önemli delildir. Mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tanık beyanını birinci delil olarak sayar. Türkiye’de ne yazık ki öyle değil.
2015 öncesinde yürütülen bir barış süreci ve umut atmosferi vardı. 2015 sonrasında zorla kaybetme durumuyla karşılaşıldı mı?
2015 sonrası artık polis devletine, şiddet devletine geri dönüş. Geçmişte de vardı ama kısa bir ara yaşamıştık. 2016 yılından sonra zorla kaybetmelerle ilgili insan hakları örgütlerinin raporlarına geçen 26 kişi var. Bu kişiler arasında İnsan Hakları Derneği olarak takip ettiğimiz 6 kişi var. Bu kişiler 9 ay, 6 ay, 5 ay gibi sürelerde gizli gözaltı merkezlerinde tutuldular. Aileler onları ararken devletin bütün ilgili kurumları gözaltında olmadıklarını söylemişlerdi. Sonra birden hepsinin Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde oldukları ortaya çıktı. Bu insanlardan yalnızca 3 tanesi konuştu ve başına gelenleri anlattı. Bu 26 kişinin 25’i Gülen Cemaati ile ilişkili oldukları gerekçesiyle aranan kişiler. Sol bir örgüte mensup olduğu iddiasıyla da bir kadın, Ayten Öztürk, Beyrut’ta gözaltına alınarak Türkiye’ye getirildi. Ayten Öztürk mahkemeye çıkarıldığında vücudundaki işkence izlerini göstererek 6 aya yakın bir süre gizli bir gözaltı merkezinde işkence gördüğünü söyledi. Bu insanlar zorla kaybedilme suçuyla yüz yüze kalmışlar. Hatta aylar boyunca bu suçun mağduru olmuş kişiler.
Kayıplar ve Devletin Yükümlülükleri
Hürmüz Diril bir kayıp yakınıdır. Çocuk yaştaki iki yeğeni, Zeki 16 yaşında, İlyas 12 yaşında kaybedilmiştir. Onların kayıp olması farklı bir kategoridir. Daha hafif bir vaka olduğunu söylemiyorum. Gerek bu kayıplarda, gerek zorla kaybedilmelerde devletin bir sorumluluğu var. Bu kişilerin akıbetini açığa çıkarma, onları arayıp bulma, bunun için bütün hukuk mekanizmalarını işletme sorumluluğu var. Devlet Diril çiftinde bunu yapmadı. Gülistan Doku için de bunun yapıldığını söyleyemeyiz. Ayrıca Gülistan Doku aranırken barajda başka bir kadın bedeni bulundu. Demek ki bilmediğimiz başka olaylar da var.
Kadınların kaybolması devlet tarafından izinin sürülmesi, takip edilmesi gereken bir olay olarak görülmüyor. Hatta 18 yaşını dolduran bir kişinin ailesi kayıp başvurusu yaptığında onlara kişinin reşit olduğuna dair cevaplar da veriliyor.
Kayıplarına ulaşabilenler ve ulaşamayanlar var. Cumartesi Anneleri/İnsanları mücadelesinin 800. haftası tamamlanırken bu iki hissiyatı anlatırsınız?
Bir mezara sahip olma isteğini Cumartesi Anneleri’ni görmeden, onlara tanıklık etmeden anlamak mümkün değil. Gözaltında kaybedilenlerin anneleri açısından durum çok farklı. Bu acı hiç bitmiyor. “Biz aklımızla onların artık gelmeyeceğini biliyoruz ama kalbimiz her kapı çalındığında ya da her telefon çaldığında onun olmasını istiyor.” diyorlar.
Hepimizin Utancı
13 yaşında kaybedilen Seyhan Doğan var. Seyhan Doğan’ın annesi Asiye teyze öldü sonrasında da babası Ramazan amca Galatasaray’a gelmeye başladı. Sonrasında onu da kaybettik. Ama Ramazan amca ve Asiye teyze hem çocuklarına hem de bize şu vasiyette bulundular; “Biz yaşlıyız. Eğer bir gün ölürsek, Seyhan’ı bulursanız mutlaka bizi aynı yere defnedin.”. Aile Dargeçit’ten buraya taşınmış ve İstanbul’a defnedildiler. Yıllar sonra dipsiz bir kuyuda Seyhan’ın yanmış kemikleri bulundu. Çok büyük uğraşlar sonunda Seyhan’ın anne ve babasının İstanbul’daki mezarını Dargeçit’e, Seyhan’ın yanına taşıdık. Mesela Hediye anne yıllarca Galatasaray’a geldi, oğlunun kemikleri bulundu. “Ben devlete aslan gibi bir oğul verdim o bana 1 kilo yanmış kemik verdi.” demişti. Bundan 4-5 ay sonra Hediye anneyi kaybettik. Oğlunu bulması gerektiğine inandığı için o kadar zaman direndi.
Berfo anne her zaman “Ben Azrail’e direniyorum.” derdi. Berfo anne ölmeden önce tırnaklarını kesti, saçından bir tutam kesti ve bizlere emanet etti. DNA testinin tırnaktan ya da saçtan yapılabildiğini televizyonda izlediği için bunu bize bıraktı. Elmas Eren yıllarca çiçekle donatacağım bir mezar istiyorum demişti. Bir annenin, kardeşin ya da eşin artık kemiklere razı olması bu ülkenin utancıdır. Yalnız devleti yönetenlerin değil hepimizin utancıdır. Ailelerin bu talebi karşısında eğer sessiz kalıyorsak, eğer yapmamız gerekenleri yapmıyorsak, eğer onları desteklemiyorsak gerçekten insanlığımızı sorgulamamız lazım. Bu açıdan benim için de çok zor bir konu.