Eğer bugün barış hali yerine halklarımızı yoksullaştıran savaş düzeninin egemenliği söz konusuysa, emekçi kitlelerin, ezilen kimliklerin mücadelesinin öncülüğüne soyunan parti ve çevrelerin, kendi yetmezlikleriyle yüzleşmesi kaçınılmazdır.
“Çok güçlü olduğumuz için savaşmıyoruz ya da çok zayıf olduğumuz için barış çağrısı yapmıyoruz.”
Sayın Öcalan bu sözleri, 12 Eylül 1998 tarihinde henüz uluslararası komplo sonucu Türkiye’ye teslim edilmeden beş ay önce sarf etti.
Sadece bu sözlerin söylenmesinden beş ay sonrasında Türkiye’ye teslim edilmesi bile Kürt meselesinin uluslararası egemenlik düzeninin çıkarları doğrultusunda çözümsüz bırakıldığının göstergesi.
Benzer şekilde 22 yıllık İmralı süreci, Öcalan’ın sadece fiziksel olarak değil barış politikasının da tecridi anlamına geliyor. Tecride karşı mücadele, bu yönüyle Türkiye ve Kürdistan halklarının demokratik geleceğine, barış içinde bir arada yaşam ısrarına dair bir mücadele olduğu için tarihsel önem kazanıyor.
Gözden düşmüş barış
Son yıllarda başarısız çözüm deneyimlerinden ve sonrasında ortaya çıkan derinleşmiş savaş halinin de etkisiyle Türkiye kamuoyunda büyüsünü, itibarını kaybetmiş görünse de, Kürt meselesinde toplumsal barışı savunmak, barışı kurmaya odaklanmak, halen en kıymetli görevlerimizden birisi olarak orta yerde duruyor.
Kıymetlidir, çünkü barış, bu topraklarda en fazla iğdiş edilmiş, ülkedeki devletçi partilerin dar parti çıkarları ve tekelci sermayenin sınıfsal çıkarları uğruna üzerinde tepindiği yegâne değer olmuştur.
Peki, Kürt barışının sürekli akamete uğramasının sorumluluğu kim ya da kimlerdedir? Evet, Kürt sorununun çözümsüzlük girdabında tutulması, yerel ve küresel sermaye düzeninin çıkarları gereğidir. O nedenle de başlıca sorumluları bu güçlerdir. Ancak bu durum, kendisini ilerici, barışçıl ve demokratik değerlerle tanımlayanlar olarak sorumluluklarımızı görmemizi de engellememeli.
Eğer bugün barış hali yerine halklarımızı yoksullaştıran savaş düzeninin egemenliği söz konusuysa, emekçi kitlelerin, ezilen kimliklerin mücadelesinin öncülüğüne soyunan parti ve çevrelerin, kendi yetmezlikleriyle yüzleşmesi kaçınılmazdır.
Bu anlamda özellikle Kürt barışı söz konusu olduğunda, başta Kürt hareketi ve Önderliğine dair güvensizlik, şaibe ortamı yaratanların Kürt meselesinin çözümsüzlüğündeki sorumlulukları kayda değerdir.
Zira Kürt meselesinin toplumsal muhataplığının yaratılmasına dair bir nebze katkı sunmadan Kürt barışına dair ahkâm kesmek, en basit haliyle siyasal etiğe uygun düşmemektedir.
Yüz yıllık devletçi reçetelerin yarattığı hastalıklı siyaset ve yabancılaşmış toplum gerçeğine teslim olmadan barışın dilini ve eylemini gerçekleştirmek, her koşulda barışın sorumluluğunu üstlenen politik karakterlerle mümkündür. Toplumun savaşa aşina, barışa yabancı bu hali, iktidarların Kürt meselesini kendi tekellerinde tutma potansiyelini de arttırmaktadır.
Toplumsal muhataplığını arayan barış
Oysaki Kürt sorununun çözüm yolu, doğası gereği toplumsal kılınmak zorunda. Toplumun rızası alınmadan, halk desteği ve sempatisi örgütlenmeden ortaya çıkanın ‘barışını arayan barış’ olduğu da gün gibi ortada.
Sayın Öcalan’ın on yıllara yayılan ve “onurlu barış” ya da “toplumsal barış” olarak kavramsallaştırdığı çabaları da bu minvalde görülmediği sürece ya egemen ulus şovenizminin ya da ilkel milliyetçiliğin dalgalarında sörf yapmak kaçınılmaz görünüyor.
Kıssadan hisse; barış politikasının toplumsal rızasını, desteğini büyütemeyenler, öremeyenler, savaş ve düşmanlık politikalarının aracı ve bu ortamın sorumluları olmaktan da kurtulamayacaklardır.
Tam da bu noktada Öcalan’ın yıllar öncesinde “barış mücadelesi savaştan daha zordur” vurgusu önem kazanıyor.
Bu vurgu, barış mücadelesinin toplumsallaştırılmasına, barış militanlığının daha zor inşa edileceğine ve barış politikasının daha büyük kararlılık, özveri ve örgütçülük gerektirdiğine dairdir.
Ancak barış mücadelesi, bu topraklarda genellikle direnişten düşme, teslimiyet ya da pasif bir mücadele olarak görüldü. Mütevazılığı bir zaafiyet olarak gören kültürel dünyamızda, barışı da bir zayıflık olarak görmek bundan kaynaklı olsa gerek.
Bu türden yaklaşımları, “radikal pasifizm” olarak tanımlayan Can Soyer, “…bu aşırı keskin görünen yaklaşım, savunucularının ortodoksisini parlatarak onların şık görünmesini sağlamakla birlikte, faşizm ve otoriterleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan emekçileri telafisi zor, büyük felaketlere doğru iter.” sözleriyle de barış meselesindeki “mücadelesiz sınıf siyasetini” özetler gibidir.
Velhasıl-ı kelam, yıllarca savaşın, direnişin, mücadelenin şiirlerini okuyan, şarkılarını söyleyen bizler barışın, kurtuluşun, özgürlüğün şiirlerini yazmaya ne kadar heveskârız? Ya da bunun ne düzeyde bilincindeyiz, ne kadar ihtiyacını duyuyoruz?
Şiirdeki gibi “Her Kavgada Ölen” mi olacağız ya da Sayın Öcalan’ın “Ben Mazlumların, Mahirlerin, Denizlerin son nefeslerinde haykırdıkları özgürlük mücadelesinin başarısının sözüne bağlıyım” cümlesindeki direniş ve kurtuluşu iç içe geçiren bir kuruculuğa mı soyunacağız?
Bu kurucu aklın bir ürünü olarak Sayın Öcalan, Kürt meselesinin barışına toplumsal muhataplık arayarak ve bu muhataplığı büyütme çabası göstererek barış meselesini devlet ve iktidarların tekelinden çıkarmaya çalıştı.
Dolayısıyla Sayın Öcalan’ın barış felsefesinde, toplumsal örgütlülüğü büyütmek ve toplumsal barış fikriyatını ve mücadelesini derinleştirmek var. Bu düzlemdeki her ilerleme, hem barış girişimlerinin “darbe mekaniğince” sabote edilmesini güçleştirecek hem de ortaya çıkan barış halinin kalıcı olma potansiyelini arttıracaktır.
Bu anlamda Karadeniz’de, Ege’de, İç Anadolu’da, Marmara’da barışın yeterince toplumsal taban bulamamasındaki sorumluluk, sadece ‘örgütlü kötülerin’ değil ‘örgütlü iyiler’ olarak bizlerindir de.
Savaşın yoksullukla, işsizlikle, ekolojik kıyımla, kadın katliamlarıyla ve rant düzeniyle bağını kurmayan siyasal anlayışlar, toplumun kendisine yabancılaşmasının önüne geçemediği gibi, barışın toplumsal muhataplığını geliştirmekte de yetersiz yoldaşlıktan öteye gidemeyecektir.
HDK/HDP ve Kürt barışı
Yıllarca barış meselesinde “Bir muhatap arayan” Sayın Öcalan, bu arayışlarının duraklarından birisi olan HDK ve HDP’nin fikri temellerini attığı yıllarda, “Kürtler varlık mücadelesini kazandı, şimdi öncelikli hedeflerimizden birisi Kürt karşıtlığı üzerinden örgütlenen toplumsal milliyetçiliği eritmek” vurgusunun özellikle altını çizdi.
Kürt meselesinin toplumsal çözümüne Türkiye halklarının yeteri düzeyde taraf olmadığı, rıza göstermediği durumlarda hem Kürt halkı dostsuz ve müttefiksiz kalarak kendi yalnızlığında tecrit edilecek hem de Kürt meselesinin milliyetçi hezeyanların kurbanı yapıldığı ortamlarda Türkiye demokrasi mücadelesi öz kimliğine kavuşamayacaktı.
Hrant Dink’in “Kimliğini yaşatmak için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır” sözleriyle özetlediği hastalıklı kimlik inşaları tedavi edilmeden, bahsettiğimiz kendine yabancılaşma hali, ortadan kaldırılamayacağı gibi demokrasi ve özgürlük mücadelesinin öz zemininden yükselmesi de güçleşecektir.
Bu yaklaşım, bir yandan Kürt özgürlük hareketi için gerekli ve kaçınılmaz olan mücadele hatlarından birisini belirginleştirmekte, diğer yandan Türkiyeli sol, sosyalist yapıları, Kürt meselesinin toplumsal çözümündeki esas rollerine çağırmaktaydı.
Bu minvalde on yılı aşkın demokratik mücadele deneyimlerinin sonucunda HDK ve HDP’nin, Kürt meselesinin demokratik çözümü konusunda Türkiye halklarını ne düzeyde çözüm gücü, muhatabı kıldığı noktasında başarı-başarısızlık testine kendisini tabi tutması da kaçınılmaz oluyor.
Büyüyen, kitleselleşen Kongre/Parti, Kürt sorununun demokratik çözümünü programına alan yapılar olarak aynı paralelde Kürt barışının toplumsal zeminini büyütme, temel muhataplarını ve çözüm yöntemleri belirginleştirme konularında rolünü yeterince oynayabiliyor mu?
Yoksa sandık bazlı bu büyümeye rağmen Kürt meselesinin çözümüne dair kendi zemininde ve toplumsal kesimlerde kafa karışıklıkları, zihin bulanıklıkları ve kararsızlıklar, her geçen gün daha fazla artıyor mu?
Yazının kapsamını aşmakla birlikte bu konuda ulaşacağımız cevaplar, önemli tarihsel deneyimlere sahip üçüncü yol mücadelesini merkezine almış bizler için can alıcılığını ve yakıcılığını koruduğu gibi, demokrasi ve özgürlük mücadelemizin geleceği açısından yol gösterici olacaktır.
Yine bu bağlamda İmralı tecritine dair sorumluluklarımız, açmazlarımız ve rolümüzün neler olduğuna dair berraklaştırıcı başlıklar açmak da bir diğer hayati görev olarak bizleri bekliyor.
Onca baskıya, siyasal soykırım operasyonlarına rağmen demokratik direnişinden milim taviz vermeyen HDK/HDP, bir taraftan faşizme karşı direnmenin diğer taraftan ortak mücadele fikriyatının biricik zemini olmasının gereği, köklü sorunlara çözüm üretme potansiyelini bağrında taşıyan bir yapı olarak da bu rolünü oynama zorunluluğuyla da karşı karşıya.
Kürtlerin statü Sorunu ve ortak mücadele
Ez cümle, Kürt halkının statü mücadelesiyle memleketin emek, ekoloji, kadın, gençlik gibi mücadele alanlarının kendi ellerimizle birbirini besleyen, büyüten mi yoksa ayrıştırıp, karşılıklı duyarsızlaştıran, parçalı ve güçten düşüren bir seyir mi izlediğini cesaretle tartışmanın zamanı geldi de geçiyor.
Manavgat’taki orman yangınlarının iktidarın sorumluluğunun üstünü örtecek bir şekilde Kürt avına ve karşıtlığına dönüşmesi, Kürt barışı kurulmadan ekoloji mücadelesinin gerçek zeminine kolay kolay oturmayacağını göstermesi açısından önemli derslerle doluydu.
Özetle coğrafyadaki bütün mücadele alanlarının Kürt barışını içeren bir perspektifle yeniden kurulması, çözümü zorlayan bir perspektifle içeriklendirilmesi, en önemli demokrasi ve özgürlük ödevi olarak karşımızda duruyor.
Faşist rejimin Kürt soykırımıyla kendi mutlak zaferini ilan etme planlarını boşa çıkarmanın ve ikinci yüzyılında demokratik cumhuriyet seçeneğinin somutluk kazanmasının tek yolu, Kürt meselesinin demokratik çözümüne toplumsal muhataplığı büyütmekten geçiyor.
Dolayısıyla Kürt barışını kurmak, emek, ekoloji, kadın ve gençlik mücadelelerini yeniden kurmayı zorunlu kılıyor. Aksi halde Öcalan’ın 2014 yılında sarfettiği “Barış sorununun, derinlikli (radikal) demokratik bir ittifakla çözümü dışındaki yöntemler ancak günü kurtarmaya yarar, sonuçta kaosu ve çürümeyi derinleştirmekten öteye sonuç vermez.” sözlerinin hatırlattığı üzere, Kürt savaşı sadece iktidar eliti için değil bütün toplum için bir kirli savaş olarak kriz ve kaos üretmeye devam edecek.
Via/Yeni Özgür Politika