JINEPS Gazetesi Yaşar Güven: İnsanlık bir kırıma karşı çıkamadığı noktada başka bir kırımın kapısını aralıyor. Hepsi birbirine örnek teşkil edebiliyor.
Çerkes Sürgünü ve Soykırımı’nın 156. yıl dönümünde Meclislerin Sözü canlı yayınına JINEPS Gazetesi Yayın Kurulu Üyesi Yaşar Güven konuk oldu. Sürgün ve soykırımda yaşananların konuşulduğu programda aynı zamanda Çerkeslerin bugün mücadelesini verdiği haklar ve talepler ele alındı. Halkların birbirine omuz vermesi gereken pek çok nokta olduğunu dile getiren Güven ezberlerle yapılan ayrıştırmaya karşı kendi yazdığımız tarihle yeni şeyler kurmamız gerektiğini ifade etti.
Çarlık Rusyası takvimine göre 21 Mayıs 1864’te Kuzey Kafkasya’nın işgal edildiği duyuruldu. Kafkasya’nın işgal tarihine kadar ve işgalin duyurulduğu tarihten sonra neler yaşandı?
101 yıl çok ciddi bir zaman dilimi. 101 yıl genel kabul gören bir süre olmakla birlikte işgal girişiminin, kolonizasyon politikalarının aralıklarla 300 yıl kadar sürdüğünü ifade etmem gerekiyor. Çarlık Rusyası 1552’de Kazan, 1556’da da Astrahan hanlıklarını yok ettikten sonra Çerkeslerle direkt irtibata geçti. İlk saldırısını da Kafkasya’da yaşayan halklardan Adigelerin kalabalık bir boyu olan Kabardeylere yaptı.
Çarlık Rusyası, imparatorluk olma sevdasındayken önüne çok önemli bir hedef koymuştu. “Biz bir imparatorluk olmak istiyorsak İstanbul ve Hindistan’a yakın olmamız gerekiyor.” diyordu. Dolayısıyla da Moskova’dan güneye doğru hareketlenmişti. Kazan ve Asrıhan hanlıklarını yok ederek aşağıya doğru inmeye çalıştı. Bu saldırı Karadeniz’den Hazar Denizi’ne kadar bütün o bölgenin neredeyse her metrekaresinde gerçekleşen bir saldırı oldu. O coğrafyanın her tarafındaki her halk etkilendi bu savaştan.
“Orantısız savaş kötü bir sonla bitti”
Öncelikle Kafkasya’nın doğusundaki savaştan söz edeyim. Dağıstan ve Çeçenya bölgesinde yürüyen bir savaştı. Orada yürüyen savaş 1859 yılında Şeyh Şamil’in teslim olması sonucunda sona erdi ve topraklar işgal edildi. Yine 1800’lü yıllarda Kabardeylerin bölgesi, Orta Kafkasya diyebiliriz, işgal altına alındı. Çarlık Rusyası ondan sonra bütün gücüyle batıya yüklendi. Batı Kafkasya dediğimiz bölümde daha çok Adigeler, Abazalar ve Ubıhlar yaşıyordu. Rusya İmparatorluğu’nun burada uyguladığı politika daha farklı oldu. Tam anlamıyla kırıma dönüşen ve peşinden sürgünü getiren bir politika izledi. Bize Çerkesler değil Çerkesistan lazım demişlerdi ve politikalarında da ya tam itaat ya da ölüm diyordu imparatorluğun generalleri. Bir imparatorluk generalinin anılarında vardır, ölenlerin %10’u savaş meydanlarında silahla öldürülmüştür. Erkekler savaş meydanlarındayken köylerdeki sivil halkı katlettiler. Çerkesleri çok kolay dize getirebilmek amacıyla köylere yapılan bu baskınların dışında ekinleri atlara çiğnetilerek tahrip edildi. Karadeniz tarafı her türlü temasa açık olduğu için orada bir abluka uyguladılar, gıda ticaretini yasakladılar. Açlıkla ıslah yoluna gittiler. Zaman zaman yaşanan kıtlıklar oldu, hastalıklar oldu. Bunlarda tabi Çerkesler üzerinde çok büyük baskılar oluşturdu.
Adigeler, Abazalar, Ubıhlar aynen Rusya İmparatorluğu’nda olduğu gibi, feodal üretim ilişkileri içinde yaşayan ama merkezi yapıları olmayan bir konumdaydılar. Kabileler halinde yaşıyorlardı. Savaşabilen bir güçtüler ama savaşabilen bir güç olmaları aslında Kafkasya’nın bir kavimler göçü yolu üzerinde oluşu nedeniyleydi. Dolayısıyla sürekli bir geçiş alanı olunca buradaki halklar da kendilerini korumak için kendilerince önlemler almışlar. Zırhlarını yapmışlar, kılıçlarını, kamalarını oluşturmuşlar ve öyle bir savaş gücü oluşturmuşlar ama bunlar hep saldırı anında oluşan birlikler halinde. Örneğin Rusya İmparatorluğu’nun bir devamlı ordusu var bu tarafta bir devamlı ordu yok. Bunun için bir çaba içine girdikleri tarih 1860-61’dir. Soçi’de bir meclis meclis topluyorlar. Adigelerin, Abazaların ve Ubıhların katıldığı mecliste bir eyalet sistemi oluşturuyorlar ve kurallar bütünü getiriyorlar. Bu çerçevede bir merkezi yapı oluşturmaya çalışıyorlar. Aslında artık çok geçti, çok büyük kırımlar zaten yaşanmıştı ve Rusya İmparatorluğu 1859’da doğudaki savaşı da bitirdiği için bütün gücünü buraya yüklemişti. Orantısız savaş kötü bir sonla bitti.
“Marx özgürlük savaşı olarak görüyordu”
Savaş boyunca yaşanan ve bizim soykırım olarak ifade ettiğimiz olayların sonucu bir sürgün politikası vardı. Bu sürgün tesadüfen gelişmiş bir şey değildi. Daha 1860 yılında Rusya İmparatorluğu generali Melikof’un İstanbul’u bir ziyareti vardır. Bu ziyaretin sonucunda iki düşman gibi görünen Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğu’nun anlaşması söz konusudur. Osmanlı İmparatorluğu zaten hemen akabinde de bir Muhacirin Komisyonu kurmuştur. Muhacirin Komisyonu sadece Çerkeslere dönük kurulmamış olabilir ancak 1860’da kurulması ilginçtir. Ağırlıklı olarak da Trabzon valisinin Muhacirin Komisyonu başkanı olması Kafkasya’dan gelecek olan sürgünzedeleri karşılamak için olsa gerek diye düşünüyorum. Tam bu noktada Osmanlı İmparatorluğu’nun rolünü, Rusya İmparatorluğu’nun rolünü söyledim. Rusya İmparatorluğu güneye inmek istiyor. İstanbul’a yakın olması lazım, Hindistan’a yakın olması lazım. İstanbul’a yakın olması Osmanlı İmparatorluğu’nun işine gelmiyor, Hindistan’a yakın olması İngiltere’nin işine gelmiyor. Osmanlı İmparatorluğu açısından bakıldığında Kafkasya ve Çerkesler tam bir bariyer. Savaşıyorlar ve o savaşın uzaması kendilerinin Rusya İmparatorluğu ile geç karşılaşması demek. Belki de Rusya İmparatorluğu’nun yıpranması demek. Bu anlamda Çerkesleri destekler tavırlar içine de giriyorlar. Sözde bir destekten söz ediyorum tamamiyle. Çünkü Osmanlı’nın aslında Kafkasya’da hiçbir hakimiyeti yoktu. Ancak deniz boyunca bir takım kaleleri vardı, atadıkları Kafkasya valileri vardı vesaire... Onlar da çarlığın baskıları sonucu geri çekilmişti. İngiltere de Çerkesleri tırnak içinde destekliyordu. Çünkü Çerkeslere bu tarafta görüşmeler sırasında şirin laflar ederken ve şirinlikler sergilerken Londra’da yapılan toplantılarda çok açık ve net şu nutukları atıyorlardı; “İngiltere, Çerkesleri desteklemektedir çünkü onlar Hindistan’ın bekçileridir.”. Marx, İngiltere’nin bu iki yüzlü politikasını çok açık bir biçimde o dönem Avrupa basınındaki dergilerde, gazetelerde yazmıştı. Çerkeslerin yürüttüğü savaşı haklı bir savaş olarak kabul ediyordu, bütün halkın katıldığı bir savaş olarak görüyordu. Bir özgürlük savaşı olarak görüyordu, İngiltere’yi de eleştiriyordu.
Savaş artık bitiyor, Çerkesler bu orantısız güçlerin savaşında mağlup pozisyona gelmiş durumdalar. Aslında 1861’de Çar II. Aleksandr’la, ismini yanlış hatırlamıyorum umarım, bir görüşme de yapıyorlar. II. Aleksandr Kafkasya’ya geliyor, Soçi’de meclis kurulmuş durumda. O görüşmede Çerkesler çok açık ve net şunu söylüyor; “Diğer taraflarda uyguladığın politikayı burada da izle. Biz senin egemenliğini kabul ediyoruz ama sen biraz geri çekil, bizim topraklarımızı işgal etme, biz iç işlerimizde özgür davranalım”. Genelde Rusya’nın politikası buydu zaten. Ancak II. Aleksandr’ın cevabı çok net oluyor; “Savaşı bırakacaksınız ya Osmanlı topraklarına gideceksiniz ya da ben siz bir yer göstereceğim. silahlarınızı bırakıp oraya gideceksiniz”. O yerler de bataklık bölgelerdi. Aslında seçenek söz konusu değil. Çünkü Karadeniz kıyı şeridini boşaltmak zaten imparatorluğun bir stratejisiydi. Her türlü dış müdaheleye açık olduğu için Çerkesleri orada bulundurmak istemiyordu. Gürcistan’a kadar olan kısmında, Azak Denizi’nden aşağıya doğru bütün Karadeniz kıyı şeridi, tarih öncesinden beri Çerkeslerin yaşadığı kadim topraklarıydı aslında. Dolayısıyla generaller zaten bunu planlamıştı. Yani olabildiği kadar nüfusu seyreltmek istiyorlardı. Bu anlamda da Osmanlı İmparatorluğu ile bu anlaşmayı yapmışlardı. İngiltere de savaşın bittiğini ve Çerkeslerin mağlubiyetini gördüğünde bu sürgünü destekledi ve Çerkesler Doğu Anadolu’ya yerleştirilsin, hem vatanlarına yakın olurlar dedi. Bu güzellemelerin nedeni, orada toplanırlar, savaşa devam ederler düşüncesiydi.
1 Buçuk Milyon Sürgün
Rusya İmparatorluğu’nun tavrının sonucunda Çerkesler, köyleri boşaltılarak Karadeniz kıyı şeridine doğru sürüldüler. Karadeniz kıyı şeridinin hemen her bölgesinde toplandılar. Bu toplanmanın sonucunda artık deniz yoluyla Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gidebileceklerdi fakat bir kerede olabilecek bir şey değildi. Çünkü Muhacirin Komisyonu’nun Rusya ve Osmanlı görüşmeleri sonucunda beklediği sürgün 40-50 bin civarındaki müslüman halkın sürgünüdür. Ama sürgün çok kalabalıktı. En küçük sayı 300-400 bin, en yüksek sayı 2 milyon. Farklı araştırmacılar farklı sayılar söylüyorlar. Bir ortalama aldığınızda 1 buçuk milyon sürgünden söz ediyoruz.
Sahil şeridinde bir bekleme, açlık, salgın hastalıklar söz konusu. Savaşın içinde yaşanan kırımın üzerine bir ikinci kırım yaşıyor bu insanlar. Sonra teknelere bindiriliyorlar. Teknelerin kapasitesinin çok üzerinde dolduruyorlar. Çünkü kişi başı para alıyor insan taşıyacak olanlar. Tabii ki mal mülk taşınmasına izin vermiyorlar. Dolayısıyla yanlarında taşıyabildikleri her ne varsa satmak zorunda kalıyorlar. Daha açılmadan batan tekneler var. Denizde ölenler, denize atılanlar, ölen çocuğunu atmamak için kucağında tutan anneler, çocuklarıyla beraber denize atlayanlar vesaire. Böyle bir facia yaşanıyor. Yani bir ikinci kırımı da Karadeniz’in Kafkasya tarafında yaşıyoruz. Sonra da Osmanlı’nın iskan politikası geliyor.
Soykırım, Sürgün ve Tekrar Soykırım
Osmanlı, Trabzon’dan başlayan bugünkü Bulgaristan sınırlarındaki Varna’ya kadar uzanan bütün Karadeniz sahillerine sürgünleri taşıyor. Yani belli noktalara değil. Sürgünler bütün bu limanlar üzerine çıkarılıyor. Dolayısıyla sadece Trabzon ve Samsun’da 50’şer bin insanın öldüğü söyleniyor. Avrupalı bir takım doktorlar da o ara kamplara gelmişlerdi. Örneğin bir İtalyan doktorun tuttuğu notlardan bu rakamlara ulaşabilmek mümkün oluyor. Üçüncü bir kırımı da karaya çıktıkları bu sahillerde yaşıyor Çerkesler. Toplamda 1 buçuk milyon insan sürgün edildi demiştim. 500 bin civarında insanın sürgün yolculuğu ve işte bu sahillerdeki bekleyişler sırasında öldüğünü biliyoruz. Sürgünün sonuçlarından bir tanesi, çok söylenen bir laftır “Son Ubıh” deriz, Ubıhça kaybolmuştur. Çünkü Kafkasya’da Ubıh kalmamıştır. Adigelerin, Abazaların ve Ubıhların anavatanlarında, kadim topraklarında kalan kısmından çok daha fazlası bugün diasporada, Türkiye’de yaşamaktadır.
Osmanlı tabii ki çıkarına bir politika izledi. Hristiyan halkların olduğu yerlere, sınır sorunları yaşadığı balkanlara yerleştirdi Çerkesleri. Diğer bir kısmı için ise Sinop’tan Hatay’a kadar bir hat çekin, o hat boyunca her yerleşim yerinde muhakkak Çerkesler yaşamaktadır. Adeta Doğu’ya bir bariyer oluşturuyor. Diğer bir kesimi Düzce’den başlayın Çanakkale’ye kadar uzanan Marmara’nın güneyinde adeta bir saray bekçiliği görevi yapıyordu. Balkanlardakiler, ‘93 Harbi’ denilen, 1877-78 savaşlarının sonucunda tekrar sürgün yaşadılar, Ortadoğu’ya ve Anadolu’ya geldiler yoğunluklu olarak. Ortadoğu’ya yerleştirilenler de bugünkü İsrail, Ürdün, Suriye, Irak’a yerleştirildiler. Çerkesler orada da bir bariyer anlamındaydı. Dolayısıyla böyle bir iskan politikasının sonucunda yerleşmiş bir halktan ve soykırım, sürgün, tekrar soykırım durumundan söz ediyoruz.
Tüm bu yaşananlardan sonra anayurda dönüş sıklıkla duyduğumuz bir söz. Sizin için anayurda dönüş ne demek? Hem siyasal anlamda hem kültürel anlamda nasıl tarif ediyorsunuz anayurda dönüşü?
18. yüzyılda yaşanmış olan bir kırım. Pek çok halkın yaşadığı sıkıntıların öncülü gibi belkide. Hatta Paul Henze, Ortadoğu-Kafkasya istasyon şefi gibi bilinen bir CIA ajanıdır. Aynı zamanda araştırmacı birisidir. Bir kitapta onun tespitleri aktarılmıştı. Rusya İmparatorluğu’nun Batı Kafkasya’da Adige, Abaza ve Ubıhlara uyguladığı farklı bir uygulamaydı. Kırıma uğrattı ve sürdü. Diğer coğrafyalarda benzerini uygulamadı. Bu uygulamanın da 1915 Ermeni uygulamalarına örnek teşkil ettiğini söyler Paul Henze. Bunu da okuduktan sonra şunu düşünmüştüm. Elbette ki dönemin kolonyalist, egemen, işgalci imparatorluklarının derdi belli. İnsanlık bir kırıma karşı çıkamadığı noktada başka bir kırımın kapısını aralıyor. Hepsi birbirine örnek teşkil edebiliyor.
UNPO: Çerkesler kadim topraklarına dönebilmeli
Birleşmiş Milletler 1948’de malum soykırım sözleşmesini imzaladı. O günden bu güne peki ne değişti? Çünkü hepsinin bir çıkış yolu var. Başta da söyledik ya, yüzleşmek özgürleştirir. Biz güçsüzlük olarak kabul ediyoruz yüzleşmeyi. Yüzleşmek güçlü kılar. Bunun çok güzel bir örneği de var. Bütün dünyanın üzerinde anlaştığı Holokost (Yahudi Soykırımı). Tabi sadece Yahudileri anıyoruz belki ama o dönemde çingenelere uygulanan soykırımı da unutmamak gerekiyor. Yanılmıyorsam 1970 yılında Almanya lideri Willy Brandt, Varşova’yı ziyareti sırasında orada bir anıt önünde diz çöküyor ve özür diliyor Almanya’nın yaptıklarına dair. Kimse beklemiyor böyle bir şey. Onun bu jestine karşılık da Polonyalılar o meydanın adını Willy Brandt Meydanı olarak değiştiriyorlar ve oraya heykelini dikiyorlar. Yani bu da Almanya’ya yönelik bir jesttir sonuç olarak. Yüzleşmenin güçsüzlük belirtisi olmadığını söylerken buraya bağlamak istiyorum. Benzer bir yüzleşmeyi aslında Putin de yaptı. Yanılmıyorsam 2010 yılıydı. 2. Dünya Savaşı’nda yaşanmış bir Katyn Katliamı vardır. 22 bin Polonyalı esiri Kızıl Ordu katletmişti ve yıllarca bunu saklamışlardı. Sonra bu kabul edildi. Putin aynı şekilde Varşova ziyareti sırasında diz çöküyor ve özür diliyor. Tabi Rusya Federasyonu’nun dileyeceği çok daha fazla özür var. Biz bunu manşete de taşımıştık, “Çerkeslerden de özür dilemen gerekiyor” diyerek. Aslında bu özürün başlangıcını Putin’in öncesindeki lider Boris Yeltsin yaptı. 1993 yılında Adige Cumhuriyetleri’nin parlamentolarına gönderdiği bir telgraf metninde bu olaylara atfen iyileştirici bir takım laflar söylemişti.
Birleşmiş Milletler’de temsil edilmeyen devletsiz halklar örgütü vardır UNPO’ya 1997 yılında dönemin Çerkes Birliği’nin yaptığı bir müracaat vardır. O müracaatın sonunda alınmış olan bir karar vardır. O karar çok önemlidir. Karar çok açık ve net bir biçimde şunu söylüyor; 19. yüzyılda Çerkeslere soykırım uygulanmıştır ve Çerkeslere sürgün ulus statüsü verilmelidir, Rusya ve Çerkeslerin yaşadığı ülkeler Çerkeslere çifte vatandaşlık hakkı vermelidir. Son olarak da Çerkeslere kadim topraklarına özgürce dönebilme hakkını Rusya vermelidir. Şartlarla değil, özgürce dönebilme. Çünkü kadim toprakları söz konusu. Dolayısıyla uluslararası arenada baktığınızda Çerkeslerin genel çerçevede bu adaletin peşinde olduğunu söyleyebilmek çok mümkün. Çünkü olayın özetidir bu aslında ve 1997 yılında Dünya Çerkes Birliği’nin müracaatıyla alınmış olan bir karar söz konusudur. O Dünya Çerkes Birliği ki Türkiye, Ürdün, Amerika, o dönemki Rusya Federatif Cumhuriyetleri, İsrail, Hollanda ve aklımıza gelebilecek pek çok yerden Çerkes diasporasının katılımıyla kurulmuş olan bir birliktir. Dolayısıyla o günün koşullarında böyle bir müracaatı yaparken çok haklıydı ve sonucu da bu.
“Politik tutum belirleyicidir”
Çerkesler anlamında genel bir cümleyi belki bundan sonra söyleyeceklerim için kuramam, tümü adına sözcülük yapıyor olamam ama en azından UNPO’nun bu kararları konusunda bir konsensus olduğunu söyleyebilmem mümkün diye düşünüyorum. Onun dışında yaşadığımız ülkelerde, her nerede yaşıyorsak elbetteki kimliğimizi yaşatmak istiyoruz, kültürümüzü yaşatmak istiyoruz. Kimlik ve kültürün yaşayabilmesi, geleceğe taşınabilmesi, kültürün yeniden üretilebilmesi gibi sorumluluklarımız var bizim. Bütün bunlar kültürle sınırlanabilecek şeyler değil. Kimlik dediğinizde, demokratik haklar dediğinizde işin içine direkt politik tutum giriyor. Politik bir tavrınız yoksa kimliğinizi yaşatabilmek ve geleceğe taşıyabilmek konusunda sıkıntılar var demektir, ki bu da oldu. 1908 yılında, Osmanlı döneminde, 2. Meşrutiyet sonrası Çerkesler, Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti kurabildiler, anadilleriyle eğitim yapabildikleri örnek okul açtılar, ki Osmanlı döneminde erkek çocuğu ve kız çocuğunun bir arada olabildiği, kadınlar cemiyet kurdu, gazete çıkarıldı, dergi çıkarıldı vesaire. Anadilleriyle yapabildikleri şeylerden söz ediyorum. 1923 yılında bütün bunlar kapatıldı.1922 Aralık’ta başlayan 1923’te devam eden Gönen, Manyas Çerkes köyleri cumhuriyet tarihinde listelere girmiştir. 14 köy orta anadolu ve doğu anadoluya sürgün edildi. 1946’ya kadar Çerkesler dernek kuramadılar. Yanılmıyorsam 2005 yılına kadar Çerkes adını kullanarak bir dernek kuramadılar. 1946 ve sonrasında Çerkes adını anamadan Kafkas dernekleri kurdular. Yani politik olarak tutum belirleyici. Anayasal olarak vatandaşlık tanımının yapıldığı, resmi dil tanımının yapıldığı tutumlar karşısında siz eğer ben kültürümü koruyacağım dediğinizde ve bakın bizim derneklerimiz var, o derneğin içinde her şeyi yapıyoruz dendiğinde bunun hiçbir anlam ifade etmediğini söylemek isterim. Toplumların ortak noktası ‘anayasa’ ise eğer bir kere o ortaklaşa yapılmalı, eşitlik ve özgürlük abidesi olmalı. Bütün halklar, kimlikler, inançlar orada eşit olduklarını görebilmeli.
Pek çok halkla ortaklaştığımız, ‘halkların anayasası’ dediğimiz bir metin çıkarmıştık 2007-2008’lerde anayasa çalışmaları sırasında. Dolayısıyla kimlik mücadelesinde demokrasi, daha fazla demokrasi diyor Çerkesler. Ne eksik ne fazla, dünyanın diğer halkları kadar bu renkliliğin içinde yerlerini almak istiyorlar.
Yeniden Diriliş Günü
21 Mayıs’ta gerçekleştirilen anma gündemiyle ilgili neler yapacaksınız? Bir de Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin talepleri arasında konuştuklarımızın dışında bir şeyler var mı? Farklı bir mağduriyetleri var mı?
21 Mayıs 1964’te, şimdiki adıyla Krasnaya Polyana, zafer kazandıklarını düşünen imparatorluk ordularının merasim yaptıkları yerdir, orada Çar’ın mesajı okunmuştur. Onlar savaşın bittiği gün olarak kabul ediyorlar bunu. Bizim için de başka bir trajedinin başladığı gün. 21 Mayıs sembolik olarak soykırımın ve sürgünün yıldönümü olarak anılıyor ancak biz bunu artık aynı zamanda yeniden dirilişin günü olarak da görmek istiyoruz ve böyle de sunmaya çalışıyoruz.
Diasporanın bilinç haritasında bunun yerini alması kolay olmadı. 1989’a kadar, yaklaşık 125 yıldan söz ediyorum, 19 Mayıs’larda belki de tatilden istifade diyerek piknik yapan bir halktı Çerkesler. 1989’da Ankara’daki derneğin ev sahipliğinde bir toplantı yapıldı. O toplantıya Çerkes diasporasının diğer yerlerinden gelen insanlar da katıldı ve bu bir sürgünü anma toplantısı olarak lanse edildi. Bu arada tabi yayınlanmış olan kitap ya da makaleleri de okumaya başladık. Asıl olarak 1989’dan sonra bilinç haritasına bir takım şeylerin kazınmaya başladığını söyleyebilirim. 1992 yılında da Abhazya-Gürcistan savaşı başlamıştı. Maalesef Gürcistan’ın talihsiz bir girişimi olmuştu ve 1993 yılına kadar derneklerin dört duvarı arasında biz bize andığımız bir 21 Mayıs söz konusuydu. İlk defa 1993 yılında derneklerin dışına çıktık, Kefken Karaağaç Köyü’ne gittik. Çerkeslerin kamusal alanla ilk tanışması budur ve önemlidir. Ondan sonraki süreçte Üsküdar, Salacak’ta medyaya, kamuoyuna daha yakın bir yer anlamında yine sürgün anma toplantısı yapıldı. Sonra Soçi aday şehir olarak ilan edildiği andan itibaren içinde Jıneps Gazetesi’nin de bulunduğu bir kısım sivil platform Taksim’de bir araya geldi, biz işin muhatabına gideceğiz dedik. Rusya başkonsolosluğuna bir yürüyüş, siyah çelenk ve bildiri okunması olayı başladı.
21 Mayıs’ta tabi bu pandemi nedeniyle kitlesel katılımlı bir takım etkinlikler söz konusu olamayacak. Kefken başta olmak üzere tekil gidişler ya da minik gidişler gerçekleşebilir. Kafkas Dernekleri
HDK’de bizim gibi olanlarla beraberiz
Federasyonu çeşitli videolarla, canlı bağlantılarla bir çalışmanın içerisinde. Jıneps Gazetesi olarak biz de Mayıs sayımızı özel olarak, her dönem yaptığımız gibi, bu konuya ayırdık. Pandemi nedeniyle basamadığımız için PDF olarak dağıtımını gerçekleştirdik.
Çerkesler buranın kadim halkları değildi. Sevmediğim bir sözcük olarak ‘sonradan’ geldiler 1864’te. Sonuç olarak bu topraklara dün gelip bugün yaşamaya başlayanlar da eşit seviyededir. Sayısı, dilinin durumu ilgilendirmez, eşitler olarak varız. Bu nedenle soykırımdan çıkıp buraya gelenler nüfus oranlarına bakılmaksızın önyargıyla ve ezberlerle hareket edilerek, Çerkesler işbirlikçidir, gücün yanındadır, devletin yanındadır gibi bir algı var. Tabii ki bu İttihat Terakki’deydi, bu ajandı gibi isimler sayılabilir. Bu anlamıyla baktığınızda her halktan isimler sayılabilir. Demokrat, devrimci saflarda yer alan pek çok insan ismi, yine pek çok halktan sayılabileceği gibi. Ezberlerden bizim vazgeçmemiz gerekiyor. Biz Jıneps Gazetesi olarak haklarımız, taleplerimiz diye yola çıktık. Ne işimiz var Halkların Demokratik Kongresi’nin içinde? Biz orada bizim gibi olan insanlarla beraberiz. Biz orada mağduriyet yaşayan, sesini duyuramamış, kimlik sahibi, inanç sahibi insanlarla bir aradayız. Bizim omuzlarımızın birbirine değmesi gereken pek çok nokta var. Bizi ayrıştırmaya çalışıyorlar, bunu da ezberlerle yapıyorlar.
Ermeni küfürden sayılıyor, adını bile anamazsınız. Çerkes hain, Ethem’den ötürü. Kürt bölücü sakın yaklaşmayın. Egemenlerin oluşturduğu bu ezberleri kıramazsak biz darağacındaki üç fidandan birinin Çerkes olduğu gerçeğini de unuturuz. Bizim omuzlarımız birbirine sıkı sıkıya değmeli ve biz kendi yazmaya çalıştığımız tarih üzerine bir şeyleri kurgulamak durumundayız.