"Cezaevleri ne zaman tutsak haklarının gözetildiği bir rejime kavuşacak?"

Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; Aziz Valentine Günü münasebetiyle bugün taşkın sevgi gösterileri var Türkiye’nin her tarafında. Belli ki iktidar partisi de bugünü kutluyor, Mecliste değil büyük çoğunluğuyla. Ancak ben bugünü kutlayamayan ve cezaevinde geçirenlerin, cezaevindeki günlerini sevgisizlik ve hoyratlık içerisinde geçirenlerin yerine koyarak kendilerini bu sözlerimi dinlemelerini diliyorum.

Bugün Türkiye cezaevlerinde İnsan Hakları Derneğinin 25 Ocak 2013  tarihli raporuna göre  306 hasta hükümlü var, 50 kişinin ilgili sağlık kurullarından aldıkları sağlık raporları incelemeye alınarak durumları hakkında tespitler yapılmakta. Barış ve Demokrasi Partisinin yaptığı derlemeye göre de 151 ağır hasta hükümlü ve tutuklu var cezaevlerinde. Bu tutukluların cezaevlerinden serbest bırakılmalarını ve tedavilerinin dışarıda sürdürülmesini gerektiren son derece ağır vakalar olduklarının altını şöyle çizmek isterim:

Örneğin, bunlardan bir tanesi Şehabettin Yüceer kısa süre önce cezaevinde hayatını kaybetti. Cezaevlerindekilerinin serbest bırakılmalarını sağlayabilecek yasa çıkmıştı aslında, ancak cezaevinde hayatını kaybetti. Bir yıldan fazla zamandır cezaevinde akciğer kanseri olarak yatıyordu. Kanser metastas yaptı, kurtarılamadı ve cezaevinde hayatını kaybetti. Şehabettin Yüceer’in cezaevinden serbest bırakılmasının önünde herhangi bir engel yoktu, yasa da çıkmıştı. Ancak yasa öyle çıktı ki, önünde sonunda bu yasaya göre cezaevlerinden serbest bırakılacak hastaların Adli Tıp Kurumu tarafından düzenlenen bir rapora tabi olarak Adalet Bakanlığı önünde işleme konulmaları gerekiyor.

Ancak Adli Tıp Kurumunun bu bakımdan artık Türkiye’de en çürümüş kurumlardan birisi olduğunu biliyoruz, bunun sonsuz örneğiyle karşı karşıyayız ve Adli Tıp Kurumunun bu açıdan son derece gaddar bir yöntemle değerlendirmelerini yaptığını ve aslında tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurulu raporları yeterli olmak gerekirken kanunda bu düzenleme yapılmadığı için eninde sonunda adli tıbbın devreye girdiğini ve bu insanların cezaevlerinde kalmaya devam ettiklerini görüyoruz.

Bunlardan bir bölümü hakkında size hemen hızlıca bilgi vermek istiyorum. Örneğin, Mehmet Turan, yetmiş dört yaşında, ağır kalp hastası ve diyabet hastası, İzmir 2 no.lu F Tipi Cezaevinde yatıyor. Mehmet Şanlı, yetmiş beş yaşında, kalp hastası, Diyarbakır D Tipinde. Mustafa Farisoğulları, beyninde tümör var, Diyarbakır D Tipinde yatıyor. Mehmet Dursun, kısmi felç, Bandırma E Tipinde yatıyor. Lütfi Şahkelekçier, kalp hastası, pil kullanıyor, Siirt E Tipinde yatıyor. Kendi hayatını idame ettiremeyecek, bacağı ve kolları olmayan ampute hastalar var, kafataslarında ciddi hasar olanlar var. Neresinden bakarsanız bakın, kendi başına hayatlarını idame ettiremeyecek insanlar, sırf siyasi suçlardan tutuklu ya da hükümlü oldukları için cezaevlerinde yaşamaya mahkûm bırakılıyorlar.

Ancak hastalara uygulanan bu acımasız, hoyrat yaklaşım, Adalet Bakanlığı cezaevlerindeki tek hak ihlali değil. Cezaevleri komisyonuyla birlikle cezaevlerini ziyaret ediyoruz. Bugüne kadar, Meclis açıldığından beri yirmiye yakın cezaevine gittiğimizi görüyoruz. Bütün cezaevlerinde aşağı yukarı temel şikâyetler aynıdır ve bunlar cezaevleri inceleme kurulu raporlarına yansımaktadır. Yakınlarıyla telefonda Kürtçe konuşmaların engellenmesi, keyfî disiplin cezaları ile aslında müebbeden görüşten yasaklanmış duruma düşen pek çok hükümlü, iletişim ve sosyal faaliyetten yasaklanan hükümlüler, kitapların verilmemesi, özellikle aramalar sırasında çıplak aramaya zorlanma, buna direnenlere karşı darp ve şiddet kullanılması, genel olarak kantinlerde satılan kalitesiz mallar ve tutuklu ve hükümlülerin doğdukları, büyüdükleri ya da yargılama alanlarının olduğu kentlerden binlerce kilometre -bin, 1.500-1.700 kilometre- uzaklıkta cezaevlerine sevk edilmeleri.

Şimdi, bütün bunlar, aslında, cezaevi inceleme komisyonunun raporlarıyla çoktan giderilmiş olabilirdi eğer Adalet Bakanlığının dikkati bunlara çekilmiş olsaydı. Ancak, ne yazık ki Adalet Bakanlığı bürokrasisi -genel olarak bizim kendilerine de yansıttığımız bu yakınmalara- “Her şey incelenmiştir, her şey doğrudur, hiçbir şey usule aykırı değildir. Şikâyetler yerinde görülmemiştir.” diyerek cevap vermektedir. Ancak demin de söylediğim gibi bu dramatik sonuçlar, trajik sonuçlar ortadadır. İnsanlar hayatlarını kaybetmektedirler, başkalarının kucağında cezaevinde yaşamaya mahkûmdurlar. Bu hem bakanlar için kendi imkânlarıyla bakılamayacak hastalardan sorumlu olma hem de hastaların başkalarına yük olarak yaşamaları sonucunu yaratmaktadır.

Şimdi, bütün bunların giderilmesi için Adalet Bakanlığının iradesi yeterli olmadığına göre, Meclisin Adalet Bakanlığı üzerinde bir irade kullanması ve bu süreci araştırmaya tabi tutması gerekir. Bir çiçekle bahar gelmez. Bir generalin Başbakanın yakını olması dolayısıyla, özel ilgiye mazhar olarak ancak cezaevinden hastaneye kaldırılması başlı başına acıklı bir durumdur çünkü çoktan hastaneye kaldırılması, Başbakanın bu işle uğraşmaması, Başbakana kalmaması gerekirdi. Otomatik olarak bu durumda olan hastaların çoktan kendilerini hastanede ya da ailelerinin yanında bakılırken bulmaları gerekirdi. Ama bu da, bu ilgi de, ister istemez bir eşitsizliğe ve adaletsizliğe, insanların eşitsizliğe uğradıkları duygusuna kapılmalarına yol açıyor çünkü benim elimdeki 151 kişilik listenin, İnsan Hakları Derneğinin 306 kişilik listesinin de Başbakanla bir özel arkadaşlığı olmadığına göre, bu bakımdan esirgenip korunmadıklarına göre onların sırası ne zaman gelecektir, onlar ne zaman bu ilgiye layık görüleceklerdir, ne zaman bu insanlar hakkındaki hak, hukuk işleyecektir, ne zaman cezaevleri aslında bir tür zindancılık rejiminden tutuklu ve hükümlü haklarının da gözetildiği, kollandığı bir rejime doğru dönecektir?

 

Bugün Türkiye’deki durum, aşağı yukarı, altı kaval üstü şişhane modernleşmemizin cezaevindeki görünümü şeklindedir. Dışarıdan baktığınız zaman, son dönem teknolojileriyle donatılmış ama sadece güvenlik için donatılmış, içerideyse, suyu litreyle verilen, havalandırması kısıtlı, görüşmesi kısıtlı ve mahkûmların, tutukluların adlarının cezaevi yöneticilerinin dilinde “Lan” olduğu, kendilerine “Lan aşağı.”, “Lan yukarı.” diye hitap edildiği ve bütün bu yakınmalar ifade edildiğinde de aslında böyle bir şey olmadığına dair Bakanlık reddiyeleriyle karşılaştığımız bir durumu yansıtıyor. Dostoyevski bundan yüzyıldan fazla bir zaman önce demişti “Bir ülkenin cezaevlerine baktığınız zaman onların hangi uygarlık düzenine ait olduklarını görürsünüz.” diye. Ben Cezaevleri İnceleme Kurulu üyesi olarak gittiğim cezaevlerinde görüyorum ki bu cezaevleri, Türkiye’de 200 bine yakın insanın içinde yaşamakta olduğu, pardon, 2012 itibarıyla 104.303 tutuklu ve mahkûmun yaşamakta olduğu cezaevleri aslında altı kaval üstü şişhanedir, herhangi bir medeni dünyaya ait cezaevleri değillerdir. Meclisin bu konuya ilgi göstermesini ve -kendisini- bu cezaevlerinin içinde yaşayan insanların temsilcileri olarak, burada bulunmalarına son verecek bir ataklık göstermesini ve insan haklarını ve özgürlüklerini, tutuklu haklarını savunan bir kurul olarak kendisini görmesi ve bu yolda işlem yapmasını diliyorum.

 

14.02.2013