HDK Milletvekili ve Yürütme Kurulu Üyesi Sırrı Süreyya Önder: "Sokağı sürece dâhil ettiğimiz oranda netice alabiliriz. Yoksa cam fanus bizi havasızlıktan boğar. "

Meclisin en "popüler" vekillerindensiniz. Bu hayatınızı nasıl etkiliyor?
Mecliste “popüler” olmak aslında çok tehlikeli bir şey. Düşünsenize, o meclisteki diğer “popüler” isimleri. Popülerliğin ne zaman iyi ne zaman kötü olduğunu bilemeyiz, üstelik sanırım önemli olan bunun bizim hayatımıza değil de, başkalarının hayatına etkisi. Belki de ilk olarak; “Popüler olan avantajlı konumda mıdır?” diye sormalı. Mecliste popüler olmanın iyi yanı, kameranın size daha çok dönmesi, söylemlerinizin daha geniş bir kitle tarafından duyulmasıdır. Ama bunun tek başına harika bir şey olduğunu söylemek zor. Söylediklerinizi düşünen bir kitlenin olması, sloganlaştıran bir kitle olmasından her zaman daha önemlidir. Bu nedenle konuşmalarımda kullandığım örnekleri abartılı bir dilin de ötesinde, bir amaca bağlamayı deniyorum hep.

Hayatımın nasıl etkilendiği meselesine gelince, daha önce de tanınıyordum; ama HDK’li, BDP’li bir vekil olmak daha farklı bir anlama geliyor. Seçmenimiz 60 kadar vekili meclise taşıyabilecek kadar oy verdi. Sistem hukukuyla, kurallarıyla daha doğrusu gaspçı tavrıyla, baraj olsun cezalar olsun bizi sayıca azalttığını düşünüyor. Ama biz temsil ettiğimiz kitle kadar kalabalığız, ben sadece hakkı gasp edilen diğer vekil arkadaşları, baraj yüzünden kaybettiğimiz temsilcileri değil, bana oy veren, bize inanan herkesi temsil ediyorum. İşte bize atfedilen popülerlik bir işe yarıyorsa da, orada yarıyor.

Yine de, hani Metin Altıok diyor ya: önümüz karanlık ve ağır tuğrası alnımızda padişah yalnızlığın, ama yine de umudumuz kalabalık. Umudumuz ve yol arkadaşlarımız kalabalık. Hayatımıza etkisi bu kalabalığı daha yakından hissetmek, daha çok sorunla yüz yüze gelip, umuda, devrimci iyimserliğe daha fazla inanmak.

Sokakta da çok sevildiğinizi biliyoruz. Gittiğiniz yerlerde nasıl karşılaşıyorsunuz? Bir kaç anekdot aktarır mısınız?
İki gözlemimi paylaşmak istiyorum. Hep karayoluyla seyahat ediyorum malum. Daha hiç bir yol lokantasında tek başıma yemek yiyemedim. İlla birileri yanıma geliyor. Gelenlerin içinde her siyasal düşünceden insanlar var. İnsanların zannettiğinin aksine taleplerimizi merak ediyorlar. Rasgele sarfettiğiniz bir sözün bile kitlelerde nasıl yansıma bulduğunu görme şansınız oluyor. Diğeri, gençlerin bize dönük ilgisi, sevgisi ve merakı... Bu o kadar böyle ki yaşını başını almış insanlar, oğlu, kızı ya da yeğeni için birlikte fotoğraf çektiriyor ya da telefon açıyor "bak o sizin vekil var ya ...." diye başlayan bir muhabbet başlıyor.

Seçim çalışmanız sırasında Beyoğlu'nda bir stantta bildiri ve broşür dağıtılırken, her akşam olduğu gibi, İstiklal caddesinde okula gidip, Tarlabaşı'nda oturan çocuklar okul çıkışı stant başına geldiler. Biri sizin fotoğrafınızı gösterip "O bizi barıştıracak değil mi?” diye sordu.  Hakkınızda bu denli büyük bir beklenti aynı zamanda çok büyük bir sorumluluk değil mi? Bu sizi nasıl etkiliyor?
Barış beklentisinin HDK vekilleri üzerinde böylesine yoğunlaşması üzerine iyi kafa yormak lazım. Bu, vekillerini özellikle Kürt illerinde yoğunlukla çıkaran BDP’nin en büyük Kürt şehirlerinden biri diyebileceğimiz İstanbul’daki varlığının getirdiği bir durum. BDP, birilerinin değil; barışı, eşitliği ve özgürlüğü arzulayanların partisi olduğunu ele güne karşı duyurmuş bir parti. Benden böylesine bir beklenti olması, belki de tersine asimilasyon diye şakayla anlattığım, Kürtlerin arasında Kürtleri tanımak onlarla aynı ruhu taşıyabilmek gibi bir şansım olmasından. Mesele, beklentinin büyüklüğü olduğu kadar bu sürecin artık bir “beklentiler” sürecine dönüşmesi. Zulmedenlerin zulmetmekten yorulmadığı bu dünyada, kolayca zalim olabilecek, “Kürt diye bir şey yok yoktur” deyip geçebilecek insanlar Kürt hareketinin bugüne kadar süregelen mücadelesi sonucu Kürtleri tanımak zorunda kaldı. Barış ise, kişilerin şahsında gerçekleştirilebilecek bir süreç değil. Keza, demokrasi bir “şahıslar meselesi” değildir, blok adaylarının böylesine umut olmalarının ardında “barışa olan ihtiyaç” var. Biz barış için gerçekçi bir projesi olan tek siyasi eğilimi temsil ediyoruz. Bu beklenti büyük bir sorumluluk ama barış artık bir beklenti değil, bir talep hiç değil. Barış bir hak ve onu almak önemli oranda bizim elimizde. Bazen dil sertleşse de eylemin, asıl sözün hep barış için olduğu ortada. Ama beklentinin de tek başına hiçbir şeyi çözemeyeceği de ortada. Bizden bir şey bekleyenler barışmak için ne yapıyorlar? Karşılıklı gerçekleşen ölümler için kimler sokağa çıkıyor? Bu nefret iklimine maviyi de kırmızıyı da sarıyı da yeşili de turuncuyu da moru da öğretmek bizim elimizde. Barış, karşılıklı niyetlerin samimiyeti kadar, niyetleri dinleme samimiyetiyle de ilgili.

Kürt sorunu halkların barışma sorunu mudur?
Bu halkların “küs” olduğunu iddia etmek, bu halkların birbirlerine “mesafeli” olduğunu iddia etmek bir kere imkânsızdır. Bir Kürt ile bir Türk arasındaki mesafe ne kadar çok olabilir ki? Hele ki kendimize sosyalist diyorken, bir Kürt işçi ile bir Türk işçi arasındaki fark nedir? Halklar küs değil, berbat bir devlet propagandasının kurbanı durumundalar. Ulus devlet projesinin kurbanı onlar. E diyeceksiniz ki; “faşizmi arzulamak” diye bir şey demiş el adamı, doğrudur; ama linç psikolojisi bambaşka bir nokta. Kim bu noktada halklara “barışın” diyorsa o iyi niyetlidir; ama kim sözde açılıp, özde bomba yağdırıyorsa ve bu bombaları meşrulaştırmak için 24 saat medyada propaganda yapıyorsa, onun ağzında barış kelimesinin bir anlamı yoktur. Bal demekle de ağız tatlanmıyor. Halkların barış istiyoruz demeleri kadar, hâkim ulus egosundan sıyrılınması, bu ülkede Kürt olmaya, Kürtçe sevmeye, Kürtçe yaşamaya izin verilmesi gerekmektedir. Bu bir yönüyle "Türk Sorunu"dur. Çünkü Türkün ötekisi, başta Kürtler olmak üzere cümle "ötekileştirilen"lerdir. Ama mesela Kürdün Türk diye bir "ötekisi" yoktur. Esas hacir altında olan Türklerdir. Çünkü önünde Kürde düşmanlıktan başka hiç bir alan bırakılmamıştır.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak girdiğiniz seçimlerde büyük bir başarı sağladınız.  Peki, son bir yılda ne oldu? Kazanılan başarı korunabildi mi?

Başarının en önemli göstergesi onun sürerliği galiba... Öte yandan, Türkiye, siyasetin hep beklenmedik şekilde gittiği bir yer. Kürtaj, düşen uçak, sezaryen, tek din vs. Bu yıl daha neler konuştuk? Peki ya Uludere? Peki ya savaşta sadece bu yıl başından bu yana her gün ortalama 1 gencin öldüğü gerçeği?  Son 1 yılda, seçimlerde sandığa gidenler kendileriyle yüzleştiler. Ben bugün seçim olsa şu olur, bu olur demekten yana değilim; ama örneğin Has Parti ve BBP’nin AKP’ye yanaşması gibi örnekleri düşününce bizim en büyük rakibimiz olan, siyaset olarak AKP dışında yürüyen sağ, tartışmayı içeriye çekme ihtiyacı güttü. Bu bir şeylerden korktukları, çözülmekten çekindikleri anlamına geliyor. Bizse; HDK ile, DTK ile derken genişlemeye ve etkimizi büyütmeye devam ediyoruz. Üstelik biz tartışmayı sansürlemek için değil, alevlendirmek ve bir arada kolektif bir hareket oluşturmak için birleşiyoruz. İstatistikleri bilmem ama asıl başarı göstergesi budur.

Halkların Demokratik Kongresi'ne gelirsek, ne oldu? Yarattığı umuda uygun ilerliyor mu?
HDK katılımcı bir topluluk, kolay kolay da Türkiye’de hızla oturmasını kimsenin beklemediği bir süreç. Dünyada kapitalistler kendilerini think thank’lerle büyüttüler. Biz ise yılda bir yaptığımız toplantılarla tartıştık meseleleri; ama HDK bambaşka bir güç. LGBT hareketi ve anarşistler başta olmak üzere solun uzun yıllar yan yana yürürken “acaba?” dediği örgütlerin ne kadar aktif, ne kadar birikimli ve muhalif hareket içinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bize gösterdi. Türkiye sol siyasetinin homofobik, transfobik, sekter tavrı, hatta Kürtler’e yönelik önyargıları bile HDK’yle büyük bir yenilgiye uğruyor. HDK’nin yarattığı umudu büyütecek olan HDK projesini insanlara daha büyük bir çabayla anlatmaktır. İnsanların HDK’nin otoriter yahut merkeziyetçi değil, çok yönlü bir süreç olduğunu görmeleri şart. Umutlar kalabalık demiştik ya, HDK’nin umutları daha da kalabalık kılması şart. Çünkü HDK, eldeki en hareketli, en entelektüel kadroları da barındıran çok önemli bir birliktelik. Alacağı şekil ve çizeceği rota bizim yeni siyaset rotamız olacak kapasitede… Bir yönüyle eylemsellikten daha çok perspektif oluşturmak ve geliştirmek bahsinde yol açıcı olmalı.

TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesisiniz. Çalışmaların başında sonuçtan umutlu olduğunuzu ifade etmiştiniz. Son açıklamalarınız ise bunun bittiği yönünde. Başlangıçta cidden umut edilecek bir ortam var mıydı? Yani "yeni anayasa" “demokratik anayasa” olabilecek miydi?

Unutulmaması gereken çok önemli bir şey var: Bir anayasanın tamamen demokratik olması için böylesine komisyonların, konseylerin vereceği kararlar yeterlilik teşkil etmez. Ama asgari bir demokratik tavır beklentimiz vardı ve asgari müşterekler konusunda elbette ki olumlu düşünüyorduk. Ama zamanla gördük ki, komisyondaki diğer partiler özünde 1980’lerden kalma anayasadan fazlasıyla memnunlar. CHP ve MHP’nin hassasiyetleri ile AKP’ninkiler, konu hak ve özgürlükler olduğunda hemen örtüşüyor. Neoliberal programın başarısı nedir? diye sorarsanız, böylesine bir statükoculuğa, yenilikçilik ve demokratlık derisini giydirmesidir derim.

“Yeni anayasa süreci bitti,” demek uzaktan olumsuz, her şeyin bittiğine dair bir mesaj olarak görünebilir; ama biz yeni anayasa sürecini bir talep ve propaganda süreci olarak gördük. Usulüne göre davrandık ve taviz de vermedik. Temsil işlevimizi yerine getirdik ve söze ses olduk diye bakıyorum ben sürece. Ama devletin sopasını ezilenin omzundan indirmeyen, gözetim toplumunu besleyen bir anayasaya da durumdan habersiz sokakta imza atan insan gibi “yeni olan iyidir” diyerek yaklaşamazdık.

BDP Meclis grubu umut kalmadı diye mi komisyondan izin talep etti?
Hayır. Temel hak ve özgürlükler bahsinde, diğer siyasi partilerin "geri ve baskıcı" anlayışını halklara teşhir etmek için yapılmış bir şeydi. Nitekim karşılığını da buldu. Kamuoyu basın özgürlüğü maddesi için AKP’nin yaptığı öneriyi tartışmaya başladı. Kaytarmak zorunda kaldılar. Sokağı sürece dâhil ettiğimiz oranda netice alabiliriz. Yoksa cam fanus bizi havasızlıktan boğar.
 
Aynı zamanda TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyesisiniz. Ne yapar bu komisyon?
Komisyonun meclisteki sayfasına girerseniz ne yaptığı yakışıklı cümlelerle anlatılıyor. Ancak komisyonların problemi hep aynı, komisyonu oluşturan kişilerin niyetleri örneğin. Mesela Süleyman Demirel’e soru sorma meselesinde bu kadar nazik olunmasına gerek var mı? AKP’nin tabanı dâhil, bu ülkede Demirel’den alacaklı olmayan kimse var mıdır? Kendisinin Türkiye’den çaldıklarını sorma, attığı imzaların, idamlara kalkan ellerin hesabını sorma hakkımız yok mu? Komisyonları komisyon yapan, komisyon sürecinin ardından gelecek hukuki süreçlerin de takibidir. Hukuk, “hak” için değil, “iktidar” ve “devletin geleceği” içinken, yazılacak rapor sonucunda gelecek hukuki süreçlerin takibini nasıl yaptığımız ve oradan çıkacak sonuç asıl mesele. Bir darbeyle hesaplaşma komisyonu kuruyorsunuz, ama darbeye şakşakçılık eden sermayeye dair tek bir itirazınız yok. 12 Eylül iddianamesine bakın, bu sağcılar ve solcular yapmış hep dersiniz. Devlet tüm kurumlarıyla haklı çıkmaktan yanadır. Devlet kendiyle ve halkla yüzleşmek istemedikçe komisyonlar da devletin kendini temizleme çabası olarak kalmaya mahkûm olur.

Bu da AKP'nin görüntüyü kurtarma çalışmalarından biri mi yani?
Türkiye’de baraj varken, ön seçim yokken, ulus devlet varken demokrasiden söz edemeyiz. Türkiye şu an bir propaganda etkisi altında ve AKP bu iletişimsel süreci acımasızca politikalarının yanında ustaca yönetiyor. AKP bir billboard ve ekonomik çıkar cemiyeti partisidir. AKP’nin elinden yerel yönetimleri alın, altının erimeye başladığını göreceksiniz. AKP’nin elinden medyayı alın, üstünün eridiğini göreceksiniz. Ama AKP altta ve üstte açılımlar ve her şeyin başına yeni koyma hamleleriyle günü, kendini, hatta torunlarını kurtaracak kadar rant elde etmiş durumda. Bu siyasal rantı ekonomik ranta çevirmeleri bir yana, elde edilen siyasal rantın ideolojik yayılmacılığı bizim açımızdan bir korku rejiminin ayak sesleri gibi.

Son olarak, kendi seçmen profilinizi tarif edebilir misini? Onlarla hangi kanallarla iletişim kuruyorsunuz? (kurabiliyor mu?)
Seçmen profili kavramı biraz sorunlu bir kavram. Bu profil kavramını başımıza reklamcılar ve pazarlamacılar çıkarttı. Bir kere seçmenler çok farklı toplumsal gruplardan geliyorlar. “O bize barışı getirecek” diyen biri de, mahalleden tanıdığınız biri de seçmen olabiliyor, hele ki benim aday olduğum İstanbul 2. bölgede farklı sınıfsal gerçeklikler, etnik farklılıklar derken sonuçta bu profil kelimesi en çok da aranızda bir “alışveriş” olduğunda geçerli. İletişimin tek yönlü olan tüm türleri berbat bir otorite yaratır taraflardan birinin üstünde; ben seçmen kitlemle aramda böyle bir bariyer olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar kendimizi anlatmak için çoğunlukla seçmenin sözüne yer verilmeyen büyük medyada ses çıkarmaya çalışsak da HDK gibi, DTK gibi iletişimsel kanallarla asıl iletişim sürecini kuruyoruz. İnternet vs. de alanlar; ama hem meclisten bize ulaşanlarla kurduğumuz ilişki, hem de siyasal alanda ortaya konan iletişim sonucunda kurulan ilişki ile sorunlar, sorular ve en önemlisi çözümler konusunda çok şey olduğu aşikar. Ben HDK’den yahut bu tür birlikteliklerden daha önemli bir iletişim alanı göremiyorum. Keza çağımızda mecraların tamamı garip bir otoriterizm üstüne kurulu ve bu otoriterizmi ancak böyle büyük mekanizmaların demokratikleştirilmesiyle yenebiliyoruz.